Bendeniz Gider:)
Çocukluk Arkadaşları
Bugün annemin çocukluk arkadaşlarıyla tanıştım. Çok garip bir olay insanın annesini çocuk olmuş olması. Hem de yaramaz bir çocuk olduğunu düşünmek daha da garip. Annem, babam falan sanki çocuk olmamışlar da direk 20li yaşlarda doğmuşlar gibi geliyor bana, sanırım herkese de böyle geliyordur annesi babası.
Özlenene..
Gizleyecek değilim ya, seni seviyorum ben. "Şimdi olsaydı iyi olurdu" diyorum. Bazen sokakta kokunu duyuyorum sanki. Seni özlüyorum. Uzun zamandır aramız açıktı. Seni eskisi kadar sevmiyordum galiba. Aramıyordum eskisi kadar. "Olsa da olur, olmasa da" diyordum. Yalan mı söylüyordum kendime bilmiyorum. Belki de şimdi ulaşılmaz olduğun için böyle özledim seni. Ama duygularımın beni yönetmesine izin verecek bir kız değilim ben. Diyette olduğum sürece seni yemeyeceğim çikolata.. :D
Hani dalar gidersin ya gruba..
Sevdiğim Sözler
Benim bir defterim vardı eskiden. Güzel de birşeydi. Yıllarca birşeyler yazmaya kıyamadım buna. Sonra bir fikir geldi aklıma. Hayatıma yön veren sevdiğim sözleri yazacaktım sevdiğim herkes için. İlk sayfasında şöyle yazıyor bu defterin: "Sevdiğim Sözler - Sevdiğim Herkes İçin. 25 Haziran'05"
Forsaken
“Seni bir yerde görmüş olabilir miyim?” dediğimde bana aşağılar gibi baktı. Gözlerinde bir an için bir ışık geçtiğini gördüm. Evet onu tanıyordum. O da beni. “Hiç sanmıyorum” dedi. Küstah kızları sevmezdim ama takıntılı biriydim ve onu nereden tanıdığımı bulana karda düşünecektim. “Başka sorun yoksa gitmek istiyorum artık?” Gözlerini yakalamaya çalıştım. Rahatsız edici biçimde bakışlarını kaçırdı. Mecburen başımla onayladım “Tabi, tabi gidebilirsiniz” Arkasını dönüp giderken kafamda hala ona dair sorular vardı. Neden her gün aynı saatlerde aynı yerde görüyordum onu? Neden bu kadar tanıdık geliyordu? Neden bana böyle kötü davranıyordu ve neden ben bundan hiç rahatsız olmuyordum? Eve yürürken hala bunları düşünmekteydim. Az kalsın yaşlı bir adama çarpıyordum. Son anda adamla çarpışmaktan kurtuldum fakat yaşlı adam arkamdan epey söylendi. “Galiba buna nasıl yürüyeceğini de öğretmemişler?!” Bu lafı duyunca yüzüme ister istemez bir gülümseme yerleşti. Tabi ki yürümeyi biliyordum. Bana tabi ki öğretmişlerdi. Bu zamanlara dair çocukluk anılarım biraz zayıftı. Ama annemin pembe kareli bir elbisesi olduğunu hatırlıyordum. Beni çağırıyordu. Ona gitmemi istiyordu. Sonra her şey bulanıklaşıyordu. Son zamanlarda bir çok şeyi hatırlamakta güçlük çekiyordum. Hafıza boşlukları yaşamaya başlamıştım. Bazen nasıl gittiğimi hatırlamadığım yerlerde buluyordum kendimi. Konuşulanları hatırlamıyordum ama bazı detaylar aklımda kalıyordu tüm canlılığıyla. Annemin kareli elbisesi, karımın saçındaki kedi şeklinde yeşil toka, yemeğin tuzlu olduğu, oğlumun söylediği anlamsız şarkı.. Son zamanlarda popüler olan bir şarkı olsa gerekti. Her yerde onu duyuyordum. Gerçekten anlamsız bir şarkıydı. Sözleri bile yoktu doğru düzgün. Hiçbir anlamı olmayan harfler topluluğundan ibaretti. Ama her nasılsa şarkı çok sevilmişti. Ülkenin her yerinde bu şarkıyı duymak mümkündü. Hatta zaman zaman karımın bile yemek yaparken bu şarkıyı mırıldandığını duyuyordum. Saçında kedi biçimli yeşil tokasıyla yemek yaparken… Yemek tuzlu olmuştu hatta. Bunları hatırlıyordum. Ama mesela o akşam sofraya oturduğumuzu hatırlamıyordum. Bazı sabahlar uyandığımda rüyada mı, gerçekte mi olduğunu ayırt edemiyordum. Her şey fazla gerçek ya da her şey fazla yapay geliyordu. Bunları düşünürken evimin önüne geldiğimi fark etmemiştim bile. Oğlum yüksek sesle “Baba! Nereye?” demese daha da yürürdüm. Kafamı kaldırıp oğluma selam verdim. Birlikte eve çıkarken heyecanlı heyecanlı bugün okulda ne olup bittiğini anlatıyordu. Dikkatimi ona veremiyordum. Ama üzülmesini istemezdim. Bu yüzden ara sıra nazikçe onaylayıp şaşırmış gibi davranmaya çalışıyordum. Aklımı meşgul eden şey birkaç gündür değişmemişti. Bizim evin katına çıktığımızda oğlum sabırsızca kapıyı çaldı. Kapı açıldığında karımın yorgun gözleri aydınlandı. Bizi içeri buyur ederken bana dönüp “Seni bu saatte beklemiyordum?” dedi. “İşler çabuk bitti” diye bir yalan attım. Açıklama yapacak havamda değildim. Ayrıca Meral son günlerde bütün hareketlerimi yaşlılığa bağlar olmuştu. Sürekli yaşlandığımı duymak istemiyordum. Bazı şeyleri kendim anlayabilirdim. Bu, hasta birine sürekli “Sen öleceksin” demeye benziyordu. Meral bazı konularda gerçekten anlayışsız olabiliyordu. Aslında gerçekten iyi niyetli biriydi ama boş boğazlığı da pek çoktu. Komşu kadınlarla iyi geçinmez, arkadaş toplantılarına pek çağırılmazdı. Fazla konuşur, patavatsızlık yapardı. Ben onun iyi kalbini görebiliyordum. Güzel bir kadın, tatlı bir eş, iyi bir anneydi. Yıllarla birlikte birbirimizi iyice anlamıştık. O benim takıntılarımın üzerine gitmiyor, yazdıklarımı ellemiyordu ben de onunla tartışmıyordum. Yazarlık çok kazandıran bir iş değildi ama mutlu olduğum meslek buydu. Bu sıralar ise bir şey yazamaz olmuştum. Yazdıklarımı beğenmiyor, yeni bir şey üretemiyordum. Karım bu konularda bana baskı yapmazdı ama için için ne zaman yeniden yazmaya başlayacağımı merak ettiğini hissediyordum. Meral ben bunları düşünürken bir iki soru sormuştu ama hiçbirini algılamamıştım. Eliyle kolumdan tuttu. Eli çok sıcaktı. Tanıdık parfümü burnuma doluyordu. Sandal ağacı kokusu.. “İyi misin? Daldın gittin?” “Şey pardon iyiyim. Biraz yorgunum sanırım.” Yeni bir yalan daha. Yorgun değildim. “Ne düşünüyorsun böyle derin derin?” Bir an için Meral’e kızdan bahsetmeyi düşündüm. Sonra bu fikrimden vazgeçtim. Karıma genç kızlardan bahsetmek iyi bir fikir değildi. Meral saatlerce bu konu hakkında konuşabilecek, kendi kendine 100 senaryo yazabilip bunlara üzülebilecek türde bir kadındı. Konuyu değiştirmek istedim. Oğluma döndüm. Oğlum kendi kendine o aptal şarkıyı mırıldanıyordu. Bir yandan da parmaklarıyla ritm tutuyordu. Ritm tutan parmaklarına baktım. Benim ellerime ne kadar da çok benziyorlardı. Görkem’in çocukluğu.. Nasıl da büyümüştü.. Aslında Görkem’in çocukluğunu pek de hatırlamıyordum. Bu sanırım o zamanlar genç ve ilgisiz bir baba olmamdan kaynaklanıyordu. Meral kendinden gerçekten fedakarlık etmişti. Ben o zamanlar kötü bir babaydım, bunu reddedecek değildim. Daha sonra ne olmuşsa olmuştu. Evime çok bağlı bir hale gelmiştim. Artık yaptığım her iyi şey karım ve oğlum içindi. Ellerimi yıkayıp masaya otururken aklımda çıkarmayı düşündüğüm kitabın projesi vardı. Mutfağa geçtiğimde oğlum bana merdivenlerde anlattığı şeyleri şimdi de annesine anlatmaktaydı. Meral’in ise anlatılanları benden daha fazla ilgiyle dinlediği belliydi. Mutfağa geldiğimi görünce “Aa geldin mi? Otur da yemeğin soğumasın” dedi. Ve sonra yemekteki domatesleri naısl seçtiğini uzun uzun anlattı. Dünyada en çok ilgilendiğim konuymuş gibi bakarak bu konuyu dinledim. Yemeğe başladığımda yemeğin tuzlu olduğu fark ettim. “Tuzlu mu olmuş?” “Evet biraz..” “Hay Allah” Meral sofraya oturmadan önce kalkıp ocağı kapatırken yeşil kedili tokayı taktığını fark ettim. Galiba dejavu yaşıyordum. Karım yine aynı tokayı takmıştı, yemek tuzluydu. Oğluma bir soru sormam gerekiyordu. Eğer aynı cevabı alırsam dejavu yaşadığımı anlayacaktım. Eğer aynı cevabı vermezse delirdiğimi. “Görkem baksana. Sizin okulda bizim bir arkadaşın oğlu varmış. Şöyle şişmanca kısa boylu bir çocuk tanıyor musun acaba?” Görkem düşündü. Lütfen tanıma, lütfen diyordum içimden. Çenesini kaşıdı. “Adı Mehmet değilse tanımıyorum” “Değil.” Oh.. Tamam pekala sadece bir dejavuydu. Rahatlamıştım. Yemek boyunca fazla konuşmadım. Aklımda anılarım vardı. Hiçbirini hatırlamıyordum. Bu durum beni rahatsız ediyordu. Sonra kendimce bir çözüm buldum. Anılarımı hatırladıkça yazacaktım. Zaten işim yazmaktı. Hatta yeterince güzel bir şeyler çıkarsa kitap bile yapabilirdim. Bu sıra böyle şeyler çok popülerdi. Ertesi sabahtan tezi yok başlayacaktım. Yemeğim bittikten sonra biraz televizyon izledim ve uyudum. Huzur içinde bir uykuydu, aylar sonra. Sabah kalktığımda Görkem okula gitmişti. Meral ise uyuyordu. Çalışma odama gittim ve kalemimi elime aldım. Düşünmeye başladım. Öncelikle çocukluk anılarım.. Annem.. Kızıl saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli bir elbise. Beni çağırıyor. Bunları daha sonra hatırlamak için maddeler halinde yazdım. Karımla nasıl evlenmiştik? Ne karda çıkmıştık? Bilmiyordum.. Bunları hatırlayamazken o kızı nereden hatırlıyordum? Saate baktım, bunları düşünürken saat 10 olmuştu. Hemen masamdan kalkıp giyinmeye başladım. Kız her sabah saat 11de deniz fenerinin orada oluyordu. Yeterince hızlı gidersem ona yetişebilirdim. Evden apar topar çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Felaket ıslanmıştım ama umursamıyordum. Sadece koşuyordum. Sokaklar bomboştu. Kimse bu yağmurda çıkacak kadar aptal değildi. Birden aklıma kara bir fikir geldi. Ya kız orada yoksa? Belki yağmurda ıslanmak istememişti. Bir an durdum. Durunca yorulduğumu fark ettim. Bayadır koşuyor olmalıydım. Dizlerim ağrımaya başlamıştı. Denemeye değerdi. Artık koşamıyordum ama hızlı adımlarla deniz fenerine doğru ilerlemeyi sürdürdüm. Uzaktan görünen kırmızı bir pardesü sanki bana güç verdi. Kız oradaydı. Kızı görmek istemiştim ama aslında ne yapacağımı bilemiyordum. Böyle bakınca sıradan birine benziyordu ama onda bir şeyler vardı, biliyordum. Yanıtları vardı. E benim de sorularım vardı. Kızla konuşmayı deneyecektim. Muhtemelen beni tersleyecekti ama yine deneyecektim. Yanına gittiğimde mutlu görünüyordu. Denize bakıp oğlumun söylediği anlamsız şarkıyı mırıldanıyordu. “Pardon?” “Bana döndüğünde yüzündeki tebessüm hafifçe silinir gibi oldu. Gözlerini devirdi. “Ah yine mi siz?” Gülümsemeye çalıştım. “Şey evet yine ben.” Tekrar denize döndü. Deniz yağmurla birlikte adeta çıldırmıştı. Denize bakmayı sürdürüyordu. Sağ eliyle saçlarıyla oynuyordu. İşte tam o zaman fark ettim ki saçları kuruydu. Deli gibi yapmur yapıyordu evet ve kızın saçları kuruydu! Mantosu da öyle. İstemsiz olarak elim saçlarıma gitti. Islaktılar. Tam olması gerektiği gibi. “Islanmamışsınız” sesimin garip çıktığını fark ettim. Dalgın dalgın elini saçlarından çekti. “Şey evet, saçlarım kabarıyor.” Sanki saçlarının kabarması yağmurun umurundaymış gibi. Neler saçmalıyordu bu kız?! Artık dayanamayacak gibiydim. Kızın kolunu tuttum. Kolundaki elime bir göz attıktan sonra yeniden denize döndü. “Bence kolumu bıraksanız iyi edersiniz” Kolunu bıraktım. “Nasıl ıslanmadın sen?” Artık sizi bizi geçmiştim. Yanıtlarımı hemen almalıydım. Bana bakıp gülümsedi. “Dedim ya saçlarım..” “Bu hayatımda duyduğum en saçma bahane. Yağmur saçları umursamaz” “Umursamaz elbette ama gerçek yağmurlar umursamaz.” “nasıl yani?” “Siz ıslanıyor musunuz?” “Kahretsin tabi ki ıslanıyorum!” “Hani?” Ceketimin ıslak kolunu ona gösterecektim ki dehşet verici bir şey fark ettim, kolum kuruydu. Elim saçlarıma gitti. Kız bekleyen gözlerle baktıktan sonra gülümsedi ve yeniden denize döndü. “Siz de ıslanmıyorsunuz” Kız bunları söyledikten sonra kolumun ıslak olduğunu tekrar hissettim tam kıza gösterecektim kuru olduğunu gördüm. Artık delirmek üzereydim. “Yeter artık! Sen kimsin? Ne yapmaya çalışıyorsun? Amacın beni delirtmek mi küçük hanım? Galiba başarıyorsun!” Bana döndü. “Bence bağırmaya gerek yok.” Kız fazla oluyordu artık. Nasıl bağırmaya gerek yoktu. Söz konusu olan tüm akıl sağlığımdı. Sesimin daha sakin çıkmasına özen göstererek sordum “Pekala sen kimsin?” “Bence asıl soru senin kim olduğun” “Kim olduğumu biliyorum hanımefendi. Asıl sorun sizin kim olduğunuzu bilmemem!” Artık sesim titriyordu. “Kim olduğunu bildiğine emin misin? Annem kimdi mesela? Ondan bahsetsene biraz?” “Kızıl..” “Saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli elbisesi vardı.” Tanrım.. Donup kalmıştım. “Ya karın? Tuzlu yemekler yapar, aslında özünde iyi bir kadın, biraz konuşkan. Şey galiba bir de yeşil tokası var. Ne vardı üstünde? Kedi mi? Ah aslında köpekleri daha çok severim.” “Bunları nereden biliyorsun?” “Yapma lütfen. Bu karda da salak olamazsın?” Sol avucunu havaya kaldırdı. Eline birkaç damla yağmur düştü. Eline baktı. “Sıkıcı oldular değil mi?” “Bakın benim sormak iste..” Yağmur durdu. Birden. Hiç yavaşlamamıştı. Bıçak gibi kesilmişti. Şimdi denizin üstünde göz kamaştıran bir güneş parlıyordu. Ama hava sıcak değildi. “Yağmuru severim, bazen.” “Beni dinle” Yüzünde alınmış gibi bir ifade belirdi. Aslında onu üzdüğüm için üzüldüm ama bilmeliydim. “Seni yazmamalıydım” “Ne?” “sen artık iyice kontrolden çıktın. Seni hiç yazmamalıydım. Ah ama hata bende..” “Nasıl? Nasıl yazmamalıydın?” “Bak dinle canım. Hepsini bir kerede anlatacağım. Ah hep bunu demek istemişimdir. Şimdi iyi dinle. Sen aslında yoksun. Yani aslında karın da yok. Oğlun da yok. Anılarını hatırlamıyorsun ya işte bu yüzden.” “Çok film izledin galiba!” “Evet aslında izledim. Ama ne kadar sorusuna cevabım tam tamına senin izlediğin kadar olurdu. İzlediğin bütün filmleri ben izlediğim için izledin.” “Yapma lütfen..” Kafasını salladı. Dalgın görünüyordu. Ayağını yere sürtüyordu. “Ara sıra bir şeyler yazarım. Bilirsin sen de yazarsın. Şey aslında yazar değilsin. Biraz karışık bir durum bu. Her neyse arada bir şeyler yazarım. Sen de yazdığım şeylerden biriydin. Aslında böyle şeyler pek olmaz ama beni fark ettin. Eh artık kaçacak değilim. Nasıl yaptın bilmiyorum. Üçüncü kişili hikayeleri severim. Biliyorsun böyle şeyler dışarıdan gözlem gerektiriyor. Ben bir bakıma sadece gözlemciydim. Nasıl fark ettin hala bilmiyorum.” “Peki ya anılarım?” “Onları ben yazdım. Örnek mi istiyorsun? Pembe kareli elbiseler bana hep anaç gelmiştir. Yeşil kedili tokaysa tamamen çocukça bir şey ama..” “Şarkı?” Kız güldü. “Anlamsız bir şey değil mi? Açıkcası ben de hiç anlamıyorum onu. Ama hoş bir şey. Galiba İskandinav dillerinden birinde yazılmış. Büyük ihtimalle saçma sapan bir şey ama hoşuma gidiyor.” “Usulca şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Ya şimdi ne olacak?” “Bunu söylemek zor aslında. Bir sürü film izledik ya birlikte. Onlardan bir alıntı yapabilir miyim?” Başımı salladım. Artık iyice tepkisizleşmiştim. “Artık fazla şey biliyorsun” Gözlerim büyüdü. Bu manyak beni öldürecekti! Kaçmam lazımdı. Gitmem, uzaklaşmam.. Aklımdan geçenleri okumuştu. Aslında daha doğrusu aklımdan geçenleri o yazmıştı! “Bence kaçma. İşe yaramaz” “Benim öldüğümü anlamayacaklar mı sanıyorsun? Meral var, Görkem var..” Gülümsedi. “Aslında anlamayacaklar tatlım. Meral dul bir kadın olacak, Görkem ise babasını hiç tanımamış bir çocuk. Bence böyle de bir hikaye pekala yazılabilir. Birkaç silgi darbesi atmak çok da zor bir şey değil?” “Haklısın galiba” Kafasını salladı. Evet.. Hadi denize gir istersen..” Başımı salladım. Doğup büyüdüğümü sandığım aslında hiç yaşamadığım kasabama son kez baktım. Sonra denize doğru bir adım attım. Artık denizdeydim. Deniz beni içine çekerken kırmızı pardesünün kolunun bana el salladığını gördüm.
Seçimler
Geç yatmama rağmen annemin saati ve benim saatim koro halinde saat 9da çalmaya başladılar. İki seçeneğim vardı, kalkıp onlar kapatabilir ve uyumaya devam edebilirdim. Bir diğeri ise kalkıp onları kapatabilir ve güne erken başlamanın enerjik havasıyla kahvaltımı daha mutlu yiyebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kahvaltıya gittiğimde annemciğim herşeyi hazırlamıştı bile. Kepek ekmeği ve yağsız beyaz peynirden gerçekten nefret ediyordum. İki seçeneğim vardı, bunlardan ne kadar nefret ettiğimi düşünerek kendime acıyabilir ya da onları yemem gerektiğini bildiğim için onları sevmeye çalışabilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kepek ekmeğimi bölüp bir parça yağsız peynirle birlikte ağzıma atıp onu çiğnerken tadının o kadar da kötü olmadığını farkettim. Kahvaltım bittiğinde kendimi ödüllendirip yaseminli yeşil çayımı içerken daha da mutlu hissettim. Uykum henüz açılmış değildi ama egzersiz yapmam lazımdı. İki seçeneğim vardı, koltuğa yayılıp uzun süre kalkmayabilir ya da Sponge Bob izlerken bisiklete binebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Sponge Bob biterken ben de bir saat bisiklet çevirmiş bulunuyordum ve hiç de yorgun hissetmiyordum. Bu beni daha mutlu yaptı. Öğlen yemem gereken yoğurda bakarken iki seçeneğim vardı, ondan nefret ettiğimi düşünüp kaşığımla saatlerce onunla oynayabilir ya da onu bir an önce yiyip bitirebilirdim. Ben ikincisi seçtim ve sanırım artık yoğurdu seviyorum:) Seçeneğim olsaydı yoğurt yemeyi seçmezdim elbette ama zorundayken zevk almaya bakmak gerekiyor sanırım:)
İğnelenmek
Bugün doktora gittik annemle akupunktur için. Tartıldım önce. Doktorun tartısı evden az gösteriyor. 55.3 çıktım. "Ne kadar kilo vermek istiyorsunuz?" dedi. "Dört, beş" falan gibi sayıları ağzımın içinde geveledim. "Evet, 50 kilo ideal senin için" dedi. O kadar salaklaşmıştım ki bir an 50 kilo olmak yerine 50 kilo vermenin ideal olduğunu düşündüm. Sonradan idrak ettim "Ah evet mesela" dedim. "Senin de çok küpen var mı?" Annemin küpelerine kızmış olmalıydı. Sırıtarak "Eh evet var benim de baya" dedim. Sol kulağımı açan doktor dehşete kapıldı. "Bir bayan asla gümüş takmamalı. Çıkarırsın bunları. Bütün sistemleri yavaşlatır gümüş." Küpelerimi çıkartmak mı? Küpelerimi çıkartınca çıplak kalmış gibi hissediyorum. Ellerim kulaklarıma gidiyor, garip bir his. "Beyaz altın.. Beyaz altın taksam?" "Altın olur." dedi. Rahatlamıştım. Tabi küpelerin 125 kağıt tutacağından henüz haberim yoktu. Sonra bana Osmanlı haremlerine dair bir hikaye anlattı. "Erkeklerin tümü gümüş takıyormuş haremdeki. Kadınların tümü altın. Ve padişah tabi, altın takıyormuş. Erkekler yavaşlasın, kadınlar hızlansın" Gülümsedim, pekala doktor bey, gümüşlerimden kurtulacağım. Bu sırada bazı ölçümler yapıyordu doktor. "Çok mu çikolata tüketiyorsun sen?" Aslında çikolata sevmiyorum direk, tatlı seviyorum. Ama çikolatadan kastının bütün tatlılar olduğuna kanaat getirdim. "Şey evet, tatlı seviyorum ben yani." Gülümsedi. Bundan sonra canım istemez diye umuyorum o gülümseyişten sonra. Bir iki farklı konuda konuştuk. Bu sırada iğneleri kulağıma takmıştı. İğneler birşey hissettirmiyorlar, korkulacak bir taraf yoktu yani:) Çıkarken diyetimi verdi elime. "Meyveleri mutlaka yemelisin." Kafamı salladım sonra hangi meyveler dedim. Önemi yokmuş. Peki deyip çıktığımda diyeti inceledim. Yoğurt? Annemin diyetinde yoktu! Belki de doktor gözlerimden yoğurttan "gerçekten hiç hoşlanmadığımı" anlamıştı. Bu ne sadistlikti böyle, niye domates yiyemiyordum ben? Adalet miydi bütün bunlar?:) Neyse diyetimin süperliğine rağmen enerjik hissediyorum:) Herşey güzel olacak. Herşey ve her türlü şey de.. :)
Bu aralar..
Mutluyum ben. Çok mutluyum. Hayat bazen öyle iğrenç görünüyor ki gözüme kelimeler kifayetsiz kalıyor. Sanki güneş hiç açmayacak gibi. Sanki biri kabuk bağlayan bütün yaraları deşiyor gibi. Ama hep inanıyorum ve kendime güç verebiliyorum artık. "Bu bir süreç, hepsi bitecek" diyebiliyorum. Hayatımdaki herşey ufak ufak düzene oturuyor. Bütün olumsuzluklar gidiyor sanki yavaş yavaş. Belki de hayat o kadar adaletsiz değildir? Adaletli ya da değil, mutluyum ben, çok mutluyum:)
Ankara Özlenir
Semra teyze Kuşadası'na yerleşmeyi düşünüyormuş temelli. Yapamaz. Ankara kendini özletir çünkü. Denizi yok, havası temiz değil, orman desen yok ne var şehirde bilmiyorum ama Ankara özlenir yani. Ankara'da olmak garip bir durumdur. Şehirle aranda anlayamadığın saçma bir bağlılık, saçma bir sadakat duygusu gelişir. Ankara'da olmak yazın ortasında günlük güneşlik geçtiği günün bir ertesi günü gri sabahlara uyanabilme ihtimalidir. Kışın da beyaz sabahlara uyanabilme ihtimali. Camdan baktığında tepeden tırnağa beyaza bürünmüş gelin misali kavak ağacı görebilmektir mesela. Ankara'nın romantizmi martı sesleriyle pekiştirilmez. Eğer sabah 6'da ayakta olursanız güvercin, serçe ve kuzgun sesleri duyabilirsiniz. Öyle zannediyorum ki büyük bir şehir olup bu kadar betonla dolu olduğu halde doğanın fışkırıp yaşamaya çalıştığı başka bir şehir daha yoktur. Ankara'da olmak Kızılay'a indiğinde en az 2 tanıdık yüzle karşılaşma ihtimalidir. Dost Kitabevi'nin içinde evde dinlendiğinde asla bu kadar güzel olmayan Runaway çalar ve sen kağıt kokusu duyarsın. Çıkışta Dost'un önünde bekleyenleri görürsün, gülümsersin. Ankara'da olmak "Eylem varmış" cümlesine asla şaşırmamak ve panik olmamak demektir. Çevik kuvvetler kalkanlarını açmış beklemektedir. Yanlarından geçersin. Bazen "Nereye gidiyorsun?" diye sorarlar "İşim var" dersin. Gerisini sorgulamazlar bile. İşin ya bomba koymaksa diye düşünmezler:) Şehrin siyasi özelliği her yerden hissedilebilir. Bu şehirde insanlar duvarlara aşklarını yazmak yerine siyasi görüşlerini yazmayı tercih ederler. Bu duvarlardaki karşılıklı atışmalar genellikle naiftir, en fazla İşçi Partisi'ni Dişçi Partisi falan yaparlar:) Ankara'da olmak İstanbul'da bir dolmuşta giderken Ankara Sanayi bilmemnesini kastederek "Ankara'da inecek var mı?" sorusuna "Beeeğğğn!" diye bağırma isteğidir:) Bunun dışında fazla alışmış olan insanların şehirdışında haber dinleyememe sebebidir. Siyasi gelişmeleri "Ankara bugün çok hareketli" diye veren haber bültenlerine lanet etmektir. Çünkü şehir dışındayken bu son derece iç acıtıcı bir cümle olabilmektedir. Sokakları denize çıkmayan şehrin akşamları da çok hareketli değildir. Hatta saat on buçuktan sonra sokakta insan bulmak güçtür. Zira herkes memurdur, herkes öğrencidir. Bu saatte dışarı çıkmak isteyenlerin gidebileceği yerler bellidir ve dağınık halde bulunmazlar. Bu yerler dışında da pek bir yerde insan bulunmaz. Barların çoğunda en az bir kere Ankara Rüzgarı çalar. Ankaralı olsunlar ya da olmasınlar Ankara'daki bütün kızlar "Her gelen ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına, boş yere ağlama kalbini bağlama Ankara kızlarına" cümlesiyle birlikte saçlarını savururlar:) Şehrin bazı insanları ikili yaşamlar sürerler. Gündüz ilaç satış temsilcisi olan Devrim abiyi sabah takım elbisesiyle görüp akşam deri ceket ve motoruyla gitar çaldığı bara doğru giderken görmek şaşılacak bir durum değildir. Yüksel caddesi, cadde ötesidir. Caddelerin soğukluğu, griliği burayı bırakıp gitmiştir. Burası her yanı açık dev bir kafe gibidir. Eğer Ankara'ya gelip de Yüksel caddesindeki heykellerle fotoğraf çektirmemişseniz, adamı döverler. Şehrin siyasiliği burada da ortaya çıkarak caddede bir arkadaşımla birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafta kadın heykelinin koluna sıkıştırılan "Türk Telekom Özelleştirilemez" pankartına kadar gider:) Ankara'da olmak kısa mesafelere alışmaktır. Zira Ankara, İstanbul gibi değildir. Kısa mesafeler gerçekten kısa mesafelerdir. Ankara'da olmak sabah sıcak 50 derece bile olsa gece hırkayla gezmek zorunda olmaktır. Şehrin ayazı pistir ve acımaz yani:) Şahsen benim gözümde canlanan Ankara imajı her zaman göz kalemi gözlerinin altına akmış bir kadındır. Galiba çok da özel bir kadındır o. Güzel değildir, yaşlanmış, yıpranmıştır ama hala çok özeldir, hep özeldir, hep özlenir nedensiz. Evet, sokakları denize çıkmasa da, dereler akmasa da her yerinden, yemyeşil görünmese de tepeden bakıldığında Ankara özlenir. Çok özlenir hem de.. Semra teyze taşınıyormuş. Yapamaz.
Mutluluk Halleri
Like a Stone'u loopa alırken hayatın gerçekten garip bir ilerleme tarzının olduğunu düşünüyorum. Ya da benim algım garip, bilmiyorum. Bir bakıyorsun bir kötü şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. Boğuluyor gibi hissediyorsun. Sanki hayatında hiç ışık yok, olmayacak gibi. Bazen de bir iyi şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. O zaman da herşey günlük güneşlik oluyor. Bütün ağaçlar birden çiçek açtı, güneş birden doğdu sanki moduna giriyorsun. Herşey güzel gitmeye başlıyor. Hayatın adalet sistemi bir garip. Bazen ölüm mevsimleri oluyor böyle. Çevrendeki herkesin bir tanıdığı ölüyor falan, ölümlerin çok yakın zamanlarda olması garip. Bazen de doğum mevsimleri oluyor. Çevrendeki tanıdıklarına bakıyorsun. Ya herkesin çocuğu olmuş ya herkesin yeğeni. Mutluluklarla mutsuzluklar eşit mi veriliyor acaba insanlara? Bazen ciddi ciddi bunu düşünüyorum. Çünkü her karanlık bir aydınlığa, her aydınlık da bir ara karanlığa dönüşüyor. Bunu görebiliyorum. İnsan kendine güç vermezse nasıl atlatır ki zaten bütün kötü şeyleri? Ya kendine güç vereceksin ya da oturup bunalıma gireceksin işte. Bunalıma girdiğin zaman da kafanı öyle yere eğmiş oluyorsun ki burnunun dibine aydınlık geliyor görmüyorsun, sakat bir olay. Ama kadere inancım tam benim. Her şerde bir hayır var. Kapanmayan yara, unutulmayan şey var mı? Yok. Mutluyken bunları düşünmek kolay aslında, mutsuzken düşünmek zor oluyor. İşte o yüzden yazıyorum ben bunu, dönüp okurum belki mutsuz bir anımda:)
Düşünmem Lazım
Facebook sağolsun 13 Temmuz için doğumgünü hatırlatması yapmış bana. Bir de doğumgününün kimin olduğunu bilsem.. Ceren Üner kim yahu? Neyse iyi ki doğdun Ceren!
Jacqueline Smith modeli günler
"Günaydın canım, saat üç oldu hadi kalk" annem beni öperken gözlerimi hafifçe araladım. Demek saat üçtü ha? Anneme karşı bir sevgi gösterisi yaparak kalktım. "Levent bizde ayrıca" dedi annem. "Hmm öyle mi?" dedim artık uyanmıştım. El yordamıyla telefonumu buldum ve pin kodumu ilk seferinde yanlış girmiş olsam da telefonumu açabildim. Saate baktım. İki buçuktu. Üç ha? İnsaf be annecim:D Üzerime birşeyler giyinip içeri geçebildim. Uykulu gözlerimle Levent'i bulabilip "Hoşgeldin" falan diyebildim. Ben salona gelmeden önce yüz bin kez çocukcağıza sorulan soruları yeniden bir de ben sorup gözlerim açık uyumayı sürdürebildim. Aradaki olaylarda çok fazla ilginç birşey olmadığı için buraları geçiyorum. Hemen akşama gelelim. "Sen de votka ister misin Levent?" "Evet lütfen." "Dina sana sormuyorum?" "I ıh ben istemiyorum." Evet ekibimizde -ki toplam üç kişiydik zaten- alkol almayan tek insan bendim. Hava çok sıcaktı ve balkonumuz mimarın ya da tanrının ya da ikisininin birden bir lütfuyla püfür püfür esmekteydi. Bunun doğal bir sonucu olarak balkona çıkmaya karar verdik. Balkonda müzik dinleme fikri çok iyi gözüktüğünden iPod ve tripod ikisini de ekibimize kattık. Sonra Levent birden moonwalk yapmak istediğine karar verdi ve pek de başarılı olmayan bir denemede bulunduktan sonra hangi akla hizmet ettim bilmiyorum ama dur bir de ben deneyeyim moduna geçtim ve ondan bile başarısız bir denemede bulundum:D Sonra Levent'e balkonda soyunan komşumuzdan bahsettik. Levent de tişörtünü çıkardı ve bence günün cümlesini söyledi: "Hep komşularınız mı soyunacak canım?" En son coşup Destiny eşliğinde misket oynadığımızı falan hatırlıyorum, Ankaralı olmak böyle birşey. Sonra süper renkli komşumuz yine bağırmaya ve havlamaya, hayır yanlış okumadınız havlamaya falan başladı. Bir süre onu dinledikten sonra içeri girip Guitar Hero kapışması yapmaya karar verdik. Annem One Way or Another'ı seçti, Levent Hotel California dedi ve ben de Beautiful Disaster dedim. Annem ilk iki şarkıda sahneden atıldığından Leventle ben devam ettik. Aslında herkes bilirdi ki annem bir gitar duayeniydi, bizi üzmemek için kötü çalmıştı. Levent'i de açık farkla yendikten sonra daha mutlu ve gururluydum. Yanımdaki insanlar alkol alınca ben almasam bile almışım gibi hissediyorum. Üstümde abuk bir neşe hali falan vardı, nasıl anlatsam. En son Levent'le gitarı aşıp vokal olayına girdik. O çalıyordu ne hikmetse ben söylüyordum. İşte kendi evinde olmak böyle birşey. Levent Nothing Else Matters'ta çatlayan sesime hiç aldırmazken ben de rahatlıkla eğlenebiliyordum. Fade to Black bile neşeli bir hal almıştı. Bir iki şarkı sonra balkona yeniden çıktık ve renkli komşumuz hala bağırmaktaydı. Onu dinleyip eğlendik. Gözlerimden uyku akarak yatağa gittikten sonra hemen uyuyamadım. Kitabıma biraz göz atmak istedim. Kitap neredeyse sayfa sayfa olduğundan ve bunları bir arada tutan hiç bir güç kalmadığından bu hayli zor oldu ama bir bölüm okumayı başarabildim. Sabah aydınlanmaya başlarken Ankara'da bir kız yeni yeni uyuyabiliyordu.
Hacı Hijyen ve Yuva Arayan Ördekler
Annemle bilgisayar başındaydık ki ev telefonunun sesini duydum. Salonda anneannem olduğundan telefonu o açmıştı. "A tamam canım, Dina'ya veriyorum bir saniye." Telefonu alınca hayatımda yaptığım en abuk konuşmalardan birini yaptım. "A merhaba. Nasılsın? Teşekkürler ben de iyiyim. Şimdi çok uygun değilim ya. Ben seni sonra arayayım mı? Tamam ararım ben seni. Evdesin değil mi? Tamam evdesin. Ama ben seni cep telefonundan arayacağım!" Bu abuk telefon konuşmasından sonra annemle bloguma yeni tema aramaya devam ettim. Temamı tekrar değiştirmemin bir kaç nedeni vardı. Bunlardan ilki taa Mahmut söylediğinden beri blogumun karamsar göründüğüne inanmamdı. Bir diğeri Gülfer'in bana yorum yapamadığını söylemesiydi. Başka biri de eski yazılarımı okuyup onları sevmem buna karşılık yeni yazılarımdan gerçekten hiç hoşlanmamamdı. Annem bendeki bu tutumu blogumun temasına bağlamıştı ve haklı olabileceğini düşünüyordum. Yaklaşık bin tane -bu bir abartı değil- temadan sonra bunda karar kıldım ki görüldüğü üzere çok da orjinal birşey değil kendisi:D
Güzelim şehrim ve kondisyon bisikleti sorunsalı
Amacımız sadece bir kondisyon bisikleti almaktı. Ama en basit mevzular bile komik olaylara yol açabiliyor hayatımızda. Ya Tanrının espri anlayışı çok iyi ya da Truman Show gibi bir hayatım var, reyting alıyorum, bilemiyorum. Ankara'da Samanpazarı diye bir yer var Ulus tarafında. Şunu belirtmeliyim ki eski Ankara'da Ulus merkez gibi birşeymiş ama bugünlerde pek bir olayı yok. Ankara'ya gelirseniz gezmeyin yani. Heykel, eski meclis, güzel binalar bile burayı güzel yapmaya yetmiyor. Ben şahsen çok rahatsız oluyorum Ulus'ta. Ait olmadığım bir yerde gibi hissediyorum. Çünkü Çankaya'da yaşayıp hayatı boyunca merkez olarak Kızılay'ı kullanmış biri olarak, Ulus başka bir Ankara gibi görünüyor gözüme. Ama işte dediğim gibi burada Samanpazarı denilen bir yer var. Efendim Samanpazarı dediğimiz yer bir spotçular çarşısıdır. Yani hemen her türlü şeyi ikinci el ya da birinci el olup da uygun fiyata bulabilirsiniz burada. Güzel görünüyor değil mi? O halde küçük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Burası asla düzenli bir yer değil ve ne, nerede hiç belli olmuyor. Mağazaları dolaşmadan nerede ne satılıyor anlamanız imkansıza yakın birşey. Ama annem ve ben kondisyon bisitleti almaya kararlı insanlar olarak gözümüzü karartıp mağazaları dolaşmaya başladık. Bir adam biz bir bisiklet gösterdi fakat ben bisikleti beğenmedim. Çıkarken oradan ara sokaklardan birinden çıkmaya yöneldik annemle. Adam arkamızdan bağırdı: "Oradan gitmeyin hanımefendi. Orası bayanlara uygun bir yer değil" Bayanlara uygun olmayan yerden geçmediğimiz için geri döndük ve biraz yürüdük. Oyun havalarının sesiyle renklenen sokaklardan geçtik. Sonra annem yanında ben olduğum için rahatsız oldu. O yüzden dümdüz yürüyüp Sıhhiye'ye çıktık. Gözünü sevdiğimin şehri ya, nereden dümdüz yürüsen Kızılay'a çıkarsın, bütün yollar Roma'ya çıkar hesabı. İstanbul neydi öyle be? Her neyse Kızılay'a doğru ilerlerken kendimi daha mutlu hissediyordum. Tanıdık topraklar.. Üniversitenin önünden geçerken bir grup oğlan bana gülümsedi:D Bu ne garip bir davranış böyle yahu, hani gülümsemenle aşık olmayacağım sana normalde de annem varken yapma be adam! Anneme ne dememi bekliyorsun? "Anne ben aşık oldum, gidiyorum." "Tamam yavrum aşka saygım var" Hakikaten salaksınız siz ya:) Her neyse işte Kızılay'a geldik sonra. Evime gelmiş gibi hissettim. Tamam Kızılay süper güvenli bir yer değil, bunu inkar etmiyorum ama canım o benim ya:D Kızılay'a geldikten sonra arkamızdaki çiftin konuşmalarını duyduk annemle: "Sabah bendeki eforu görmeliydin ama" "Evet sabah kıpır kıpırdın sen!" annemle bir kez bakışmamız gülmemiz için yetti:D Bu nasıl bir konuşmadır böyle ya? Seviyorum sizi Ankaralılar! Evet şehir milliyetçiliği yapıyorum:) Bunun dışında Lola da iyice komikleşti bugünlerde. Durup dururken Ricky'ye falan saldırıyor:D Bilmeyenler için minik bir not: Ricky benim kalp şeklindeki yastığımdır efendim. Neyse işte Kızılay'da bisikleti aldıktan sonra çok da kayda değer birşey yok aslında. Çılgınca bir bacak ağrısı dışında tabi:)
Ve Micheal Jackson da ölür..
Bir sürü gerizekalıyla aynı oksijeni solumak
Nette gezinirken rastladığım Illuminati sembolleri dikkatimi çekti ve öğretmenlerin yazıştığı bir forumda buldum kendimi. Bir üye Illuminati hakkında engin bilgiler yazmıştı fakat hepsini okuayamadım. Girişini okumak yetti.
İLLUMİNATİ NEDİR ?Evet giriş buydu ve şok oldum yani. Dünyanın neredeyse en önemli adamlarının içinde olduğu topluluğa atılan çamura mı üzüleyim, bu gerizekalılarla aynı oksijeni soluduğumuza mı yoksa bunun bir öğretmen olup da ülkemin çocuklarını bunların okutuyor olmasına mı? Acaba benim gibi düşünen başkası var mı diye yorumlara bakmak beni daha çok dehşete düşürdü.
Dünyayı her konuda büyük bir gizlilik içersinde yöneten bir grup Tanrı kompleksli insanın oluşturdukları koalisyonun ortak adıdır.
“Ve Allah’ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak.” ( Tevrat, Tesniye Bölümü 7/ 16 )
“ İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” ( Tevrat, mezmurlar bölümü 2 / 8-9 )
Ve gözümüzün içine baka baka “ Bakın ben aydınlanmayım !” yalanıyla yüzümüze sırıtan bu kurukafalar hayatımızın rengini kana bulayan gerçek mübessimlerdir.
Az kalsın unutuyordum bizden bu toplantılara katılan isim kimdi biliyor mudunuzKEMAL DERVİŞ .....meclisin ilk ekonomiden sorumlu ithal bakanı olmuştur kendileri... Ecevit hükümeti dönemiydi sanırım
Bizim bu ülkenin genç öğretmenleri olarak tetikte olmamız lazım!Evet gerizekalı, evet..
Reprodüksiyon düşkünü serseriler
Bugün annemle temizlik yaptıktan sonra duşa girdim. Evimiz temiz olmuştu, ben çilek özlü sabunumla yıkanmıştım. Mutlu olmamak için herhangi bir sebep kalmamıştı. Artık kendimi eskisinden iyi hissettiğimi farkettim. Kendi salaklığıma inanamıyorum. Çok değil bir iki gün öncesindeki Dina'yla bugünkü Dina arasında dağlar kadar fark var. Bir de zeki bir insan olarak falan geçinirim. Aptalmışım ben ya, kendime hala inanamıyorum. Kendime geldim, özüme döndüm.
Bu sene nedir böyle bilemiyorum ama kelebek istilası var resmen. Şu kahverengi olan gariban kelebekler var ya onlardan her yerde var. Bunu söylerken utanç duyuyorum ama korkuyorum ben onlardan. Hayvanlar da manyak mı ne? Işığa uçsan ya güzelim, üzerime üzerime uçuyorlar. Çığlık atarak evin içinde koşuyorum. Lola da bana sinirleniyor falan:D Anneme kelebeklerle ilgili söyleniyordum üzerime uçuyorlar, niye ışığa uçmuyorlar falan diye. Annem de egomu tavan yaptıran cümleyi söyledi: "Gurur duymalısın bence, kelebekler sahiden ışığa uçarlar. Işığa uçmuyorlar da sana uçuyorlarsa.." Ağzım kulaklarımda sırıttım. Kahverengi kelebeklerden eskisi kadar korkmuyorum galiba.:D
Annemle balkonda oturuyorduk bu akşam. Bir anımızı hatırladık, şirin birşey, yazmak isterim. Nejat İşler'in Barda'sını yeni izlemiş ve çok rahatsız olmuştuk. Filmde olaylar şöyle başlıyordu: Genç bir grup bir bara içmeye gidiyor barın kapanmasına yakın yalnızca bunlar kalıyorlardı. Sonra Nejat İşler ve psikopat arkadaşlarının grubu geliyordu. Neyse işte olayla böyle başlıyordu. Biz de annemle filmi izlediğimizin ertesi günü Dost'a gitmiştik. Dost'un alt katında reprodüksiyon tablolar ve film afişleri gibi şeyler var. Biz de annemle birlikte onlara bakıyorduk sonra ışıklar kapanmaya başladı. Annem: "Barda gibi oldu, değil mi?" "Evet anne birazdan reprodüksiyon düşkünü bir grup serseri burayı basacak" :D O gün ne garip gündü ama. Bir kadın Nefretiti tablolarına bakıyordu. Adamı çıldırtmaktaydı. En son "Başka pozu yok mu bunun?" dedi. Manyağın aile büyüğü sanki:D
Hayatımı seviyorum ya. Yaşamak süper birşey cidden, hayatımı güzel yapan herkese teşekkürler. Hepinizi çok seviyorum:)
Pozitif şarkılar kazanır :)
Başlamadan önce küçük bir not: Blogumda eski yazılarımın üzerinde uçan kırmızı kelebeğin ismini istek üzerine Berkay koymuş bulunuyorum:D
Rüya
Utangaç Balıklar İçin Buzlu Camdan Akvaryum'a teşekkürler.. :)
Düşüngü
Eskiden düşünürdüm ben. Çok düşünürdüm. Düşündüğüm bir sürü şey vardı. Başka da işim yoktu galiba ki düşüncelerim canlıydı çok. Düşündükçe yaşardım. Kendimi düşünerek üzebilir, yine birşeyler düşünerek moralimi bozabilirdim ben. Durmadan düşünürdüm ben. Gerekli ya da gereksiz şeyler, mutlu ya da mutsuz şeyler farketmezdi. Dünyanın adaletsizliğinden şikayet eder, sisteme söver ya da yarın yemekte ne olacak diye düşünebilirdim. İnsanları düşünür onlar için üzülür ya da sevinebilirdim. Merak eder, daha çok düşünebilirdim. Bana söylenen bir lafın üzerinde saatlerce kafa yorabilirdim. Böyle mi demek istedi, şöyle mi diye aklımda kalabilirdi cümleler. Düşündükçe yanıtlandırabilediğim sorularım oluyordu bazen. Ama genellikle sorular üzerine düşünmezdim ben. Yanıtlar üzerinde düşünürdüm. Yanıtlar bazen istediğim gibi oluyordu, bazen olmuyordu. Ben her ikisini de düşünüyordum. Bazen düşünmektan nefret ettiğim oluyordu. Düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyordum. Kanun gibi birşeydi bu, sevmediğin şey burnunun dibinde bitiyordu. Bunları uzaklaştırmaya çalışıyor, bazen yapıyor bazen yapamıyordum.
Öylesine..
Sisyphean, ne güzel şarkısın sen. The Fall of Every Season bu ara en gözde gruplarımdan. Huzurlu bir havası var. Galiba ben de bunu istiyorum. Huzur. Neşeli bir insan olmama rağmen neden doom dinlediğimi sormuştu biri. Şarkıyı yaşamıyorum, onu dinliyorum. Evet şarkıları yaşamıyorum ben. Aslında birilerinin bu şarkıyı yazmak için bunları yaşamış olması da kötü bir durum. Üzücü yani. Tek tesellim bunu para için yaptıklarını düşünmek. Eh bu düşünce de olunca çok da üzülemiyorum galiba. Bundan şikayetçi de değilim aslında. Bugün bir şarkı dinledim ben, harika sözlere ve berbat bir müziğe sahipti. Keşke o sözleri başka birine verseydiniz be güzelim, belki daha iyi bir şarkı olurdu. Olsun, şarkılar güzeldir. Aslında bu ara heyecanlı ve umutluyum. Düşündükçe mutlu olduğum bir takım gelişmeler var. Paylaşmak istediğimi sanmıyorum, nazara inanırım ben:) Ayrıca bu ara ne kadar çok yazı yazdığıma baktığım zaman şaşırıyorum. Bu kadar üretken bir insan mıydım yahu ben? Sanmıyorum aslında havadandır belki. Yazı yazma havası? Belki. Aslında yazı yazma havaları daha çok gri havalarda oluyor ama o zamanlarda yazdığım yazıları pek beğenmiyorum. Gri yazılar oluyor onlar da. Her ne kadar şarkıyı yaşamayıp dinlesem de havaları seyretmekle kalmayıp yaşıyorum. Bu yüzden kötü havalar benim için tatsız bir durum. Tanrım, ya Londra'da falan yaşasaydım? En çok intiharın görüldüğü bölgenin İskandinavya olmasına şaşmamalı. Düşünsene hep soğuk bir hava. Hava bir gün ısınır ümidini bile taşımıyorsun. Havanın bir gün ısınacağı ümidini taşımazsan, hiç bir soğuğu atlatamazsın ki..
Denge
Bu yazı spoiler ve isyan içerebilir. Eğer ikisinden de hoşlanmıyorsanız okumayın. Eğer ikisinden de hoşlanmadığınız halde okuyorsanız bu, beni enterese etmez, bilesiniz.
Beyin Fırlaması
Öncelik bu yazı için bana fikir veren Sercan'a ve süper bir olay anlatarak bu yazıya destek veren anneme teşekkürler:)
-Mavinin tonları!
-Deniz!
-Yelkenli!
-Yelkenliyi uçuran rüzgar!
-Dağdaki geyikler!
Le Placard
Öncelikle "le placard" ismiyle birlikte anneanneme sevgi ve selam göndermek isterim. Ki her istediğimi başardım sayılır, o yüzden sevgi ve selam anneanne. Şimdi gelelim dolap mevzusuna. Aslında ortada dolap mevzusu olmadığı için öncelikle onu açıklamam gerektiğini düşünmüyor değilim. Biçimce olumsuz, anlamca bir olumlu bir cümleyle kendimi takdir ettikten sonra dolabımı neden topladığımı anlatmaya başlamayı kendime borç bilirim. Dolabımı toplamamın iki temel nedeni var. Bunlardan ilk artık yazın gelmiş olması ve dolabımdaki oı kazakların bana bu sıcak havada pek yardımcı olmuyor olması. Hoş dersen ki sen gariban bir kazaktan ne yardım bekliyorsun, susarım kalırım. Ellerimi göğsümde birleştirip otururum yani. Belki de namaza dururum bilemiyorum. Ellerimi göğsümde birleştirmek diyince aklımöa direk namaz geldi evet. Neydi o, kıyam mıydı? Eğer Ezgi şimdi burada olsa ona "Kıyamam" gibi iğrenç bir espri yapardım ve beni asla kınamazdı. Ama olmadığı için yapmıyorum. Çünkü kendimi kınama potansiyelim var. Potansiyellere inanmam. Ve salı sendromlarına. Bunu daha önce belirtmiştim sanki. Onu bilemem ama çarşamba sendromu var, bak cidden. Her çarşamba mı bilemiyorum ama ertesi günü geometri sınavı olan çarşambalar ciddi bir sendrom konusu olabilir. Nereden geldim ben buraya? Ha dolabımı toplamak. Dolabımı toplamamın ikinci temel nedeni annemin kaosun bir düzen olduğu konusundaki inancının benim kadar kuvvetli olmaması. Aslında bu konuya ben de çok inanmıyorum. Bence bu benim gibi dağınık insanların ortaya attığı birşey. A sanırım bunu söylememeliydim. Aslında kaos iyidir, bazen yani. Kıyafetler konusunda olmayabilir. Bugün kışlıkları kaldırırken bütün kış aradığım siyah sweati buldum mesela. O zaman kaosun iyi olmadığını düşünüyorum. Kaos ise bu konuyu hiç umursamadığından sorun yok. Aslında dünyanın benim kıyafetlerimi umursadığından emin değilim. Hatta bazen kıyafetleri bir tek benim umursadığım hisssine kapılıyorum. İşte o zaman bütün herşey beyhude, bütün herşey boş geliyor. Ayrıca "Ben ayakkabıları severim, yani baya severim, öyle böyle değil" derken kendimi sapık gibi hissetmem de cabası. Geçen biri "Farkettim ben onu" demişti mesela. Sapık olduğumu farketmemiş yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyorum. Ayakkabıları sevdiğimi farketmiş. Bazı insanlar buna "Aa benim de çanta takıntım vardır." diye cevap verir. "Bende de ayakkabı ve çanta hastalığı var canım yaa" şeklinde cevaplar beni üzer. Çanta nedir ki? Kumaş lan o kumaş! Ayakkabıyla aynı cümlede geçmesi ayıp bence. Ayakkabı mucizevi birşeydir, çanta takıntısıyla karşılaştırılmaya tenezzül etmez. Ayakkabı herşeydir, çanta hiç birşeydir! Neyse ben dolap falan diyordum en son. Dolabımda çok stratejik bi,r düzen yarattım bu sefer. Kalın askılı tek başına giyilecekler, ince askılı tek başına giyilecekler, ince askılı dekolte birşeyin içine giyilecekler, bol tişörtler, dar tişörtler, dantel ve file bluzler, kotlar, askeri yeşil pantolonlar, eşofmanlar, yazlık elbiseler, abiye elbiseler, tunikler olarak hepsini ayrı ayrı grupladım. Hatta gözümü karartıp toka çekmecemi ve takı çekmecemi bile düzenledim. Kalın çorapları kaldırmak gibi bir iş bile yaptım. Aferin valla bana. Oh mis. Umarım bir süre hatta uzun bir süre böyle derli toplu kalır. Pek öyle birşey göremedim bugüne değin ama 5245454. kez belki bu sefer farklı olur diyorum. Neyse en kötü ihtimalle dağılır, kaos bir düzendir neticede, di mi?
Ametistin diskriminantını almak
Uzun zamandır yazmamışım, gezegenim yalnız kalmış gerçekten. Kendime yakıştıramadım. Ama kendimce haklı sebeplerimi gezegenimin anlayacağından eminim. Bir güne üç sınav koyan zihniyete yazıklar olsun. Tek tesellim sınavların böyle daha erken biteceği. Kim gider haziranda okula? Oh valla. Perşembe geometri sınavım var mesela. Formüller zihnimde uçuşmakta. Birbölüikiçarpıaçarpıbeçarpısinüsalfa desem ne derdin acaba gezegen? İşte ben böyle bir ruh hali içindeyim. Bir de yalnız kaldım diye şikayet ediyorsun. Aslında kimseye etmezsin şikayet sen. Zaten ben de şikayeti pek kaldırmam, belki ondan iyi anlaşıyoruzdur ha? Ben çok konuşuyorum, sen hiç konuşmuyorsun. Ben çok mu konuşuyorum? Hıh.. Ben sana değil, klavyeme anlatıyorum bir kere. Senden önce o vardı. Klavyemi severim ben, evet. Bugün anneannem harflerin bazılarının silindiğini söyledi. Bakıyorum da yok yani. Bir tek E. Bir de A tabi. E küçük bir tire, a ise diskriminant şeklini almış. Olsun mutluyum ben klavyemle. Ki silinmemiş yani bu harfler. Ooh mis gibi görünüyor valla. Bugün DTTye gittik annemle gezegen. Saç boyası baktık bana. Morumu terketmek istemiyorum ama bir de pembeye kaydı gözüm fena halde. Galiba bu yaz saçım üç renkli olacak. Sevdin mi gezegen? Evet diyeceğini biliyordum. Hisseder gibi oluyordum. Hislerim kuvvetli değil gezegen. Midem de öyle. Schism görünce midem kalkıyor mesela. Ama Homecoming'i gerçekten sağlam yapmış adamlar, en iyi SH olma yolunda aday. Bu ara aklımda bir hikaye var ama yazmaktan korkuyorum, garip birşey. Umarım farketmeden yine birşeylerden çaldığımı farketmem. Çocukluk hikayelerim bunun üstüne kuruluydu malum:D Bu ara özgün birşeyler yazabildiğimi umuyorum. Aslında daha çok bu aralar yazabildiğimi umuyorum. Yazılarımı beğenmiyorum bu ara. Daha çok hiçbirşeyimi beğenmiyorum ama geçici bir durum herhalde. Yakında normale döneceğimi umuyorum. Belki de daha çok şey üretilebilecek konularda yazmalıyımdır, aşk falan gibi. Ama aşk üzerine satırlarca şey yazabilecek birisi değilim ki ben. Bir kere aşk acısı falan çekmedim bu büyük eksiklik ayrıca sürekli aşktan bahseden kızlardan hoşlanmam. Yapış yapış birşey yahu. İşiniz mi yok? Şahsen benim işim var. İşim olduğu gibi geometri sınavım var. Geometri ve aşk arasındaki ilişki bando şefi ile ametist arasındaki ilişkiden farksız benim için. Ametistleri fazla sevmem ayrıca. Eflatun benim rengim değil. Bando şefleri ise düşündürücü olabilir. Ama söz konusu olan ametistten bir bando şefi ise bunun üstünde konuşmam bile, arkamı dönüp giderim. Bir süre yalnız kal gezegen. Sanırım hikayeme başlayacağım.
Hıdırellez? :)
Bir yere ait olmak
Bazen insan dünyada kimse kendisini sevmiyormuş gibi hissediyor. Bütün dünya ona karşıymış, kimse kendisini anlamıyormuş gibi. İşte o zaman insan bir yerlere ait olduğunu hissetmek istiyor. Bir yere ait olduğunu hissetmek çok özel birşey. Bazen ailesiyle buluyor insan bu hissi, bazen arkadaşlarıyla, bazen bir ortamda. Mekan ve kişiler değişse de his değişmiyor. Sıcacık, güzel bir his. Sanki bahar rüzgarından bir el saçlarını okşuyor gibi, huzur veren ve burnunu acıtan, gözlerini dolduran hoş bir his. Aslında genellikle kendimi yalnız ve savunmasız hisseden biri değilim ben. Ailem sağolsunlar bana asla böyle hissettirmediler - ki hayatımdaki en büyük şans olarak ailemi görüyorum ben. Sonra arkadaşlarım da var tabi. Bilgisayarımı her açtığımda otomatik açılan MSNimde bir kaç tane "Dina bi'tane" görmem çok özel ve hoş birşey. Dün gece Merlin'in Kazanı Özel'i izlediğimde de böyle hissettim işte. Oradakilerin yarısını hiç tanımıyordum, nicklerini bile görmemiştim belki. Ama geçişler, güzel bir müzik falan derken sanki aile albümüne bakıyormuşcasına duygulandım. Bilmiyorum, belki de ben biraz garibimdir ama.. Sanki anılarımız varmış da onları hatırlamışım gibi oldum evet, sanırım gerçekten bir miktar garibim:)
Muhasebeciler, ben ve dünya
Nasıl başlayacağını bilememenin bir başlangıç olduğunun yarı bilincinde, yarı değildim. Başlamak bitirmenin yarısıdır derlerdi ama inanmazdım. Bu yalnızca bazı işlere başlayıp asla sonunu getiremeyenlerin kendine söyledikleri bir yalandı. Bu insanlar sonra arkalarına yaslanıyorlar ve "En azından yarısını yaptım" diyorlardı ve bu dünyanın hiç umurunda olmuyordu. Bu benim de umurumda olmuyordu. Dünya ile ortak özelliklerimiz vardı. Umursamaz ve geoid idik. Geoid olduğum konusunda bazı şüphelerim olsa da umursamaz olduğumu biliyordum. Ama her konuda umursamaz olamazdım. Ayakkabıları umursardım mesela. Bu konuyu açar açmaz aklıma Sweeney Todd'un gelmesinde dünyanın hiçbir suçu yoktu. Bu tamamen benim kendi yaptığım birşeydi ve bu konuda dünyayı suçlamayı asla düşünmüyordum. Aslında serbest çağrışımlar için kimseyi suçlamazdım. Benim sorunum serbest muhasebecilerleydi. Ama muhasebecilerden pek azı bunu umursardı. Aslında hiç biri umursamazdı. Dünya, muhasebeciler ve benim birleştiğimiz konular vardı. Hepimiz umursamazdık. Ama dediğim gibi benim umursadığım bazı konular vardı. Mesela yarın oturup bütün gün matematik çalışmayı düşünüyordum. Ama bu matematiğin asla umrunda değildi. Matematik de böylece muhasebeciler, dünya ve benim oluşturduğum kusursuz sinerjiye dahil oluyordu. Aslında her ne kadar matematikle aynı grupta olmaktan hoşlanmasam da bu fikir muhasebecilerin neşe içinde gülmesine neden oluyordu. Bu durumda muhasebecilerin umursadığı birşeyler olduğu açıktı ve bu onları gruptan çıkarmama sebep oldu. Ama muhasebeciler bu kararımı umursamayarak gruba yeniden girmeye hak kazandılar. Ben tam küçük hastalıklı zihnimde bunları düşünürken Aubrey Ashburn şeytana her zaman arkamı dönmemi öğütlüyordu. Bu tavsiye bana pek de mantıklı gelmiyordu. Neticede adam şeytandı ve arkanı dönmeye gelmezdi. Ayrıca şeytanı neden erkek olarak tasvir ettiğim konusunda fikrim yoktu. İşte tam bu sırada içimden bir sesin Devil Wears Prada'yı Şeytan Marka Giyer şeklinde çeviren zihniyete sövdüğünü işittim. İç sesim ara sıra böyle konuşurdu. Genellikle onu dinlemez ve umursamazdım. Bu da beni dünyaya daha yakın kılıyordu. Ama dünya benim kendisine olan yakınlığımı bile umursamayarak kendini benden çekip bizden çok uzaklara gidiyordu. Ve böylece üçümüz başbaşa kalıyorduk: Ben, matematik ve muhasebeciler. Muhasebeciler serbest oldukları için bizi bırakıp özgürce giderlerken matematik ve ben baş başa kalıyorduk. İşte o zaman umursamaz olamıyordum. Yarın başlayayım diyordum. Başlamak bitirmenin yarısıdır.. :)
Benimle aynı giyinme ustura
Tanımadığın bir insana yakınlık beslemek garip birşey. Yolda dövmeli birini görüyorum. Yakınlık besliyorum örneğin. Dövmesi olmak gizli bir tarikattan olmak gibi birşey. Dövmeli birini görüyorsun, sanki o da senden gibi. Önceleri deli olduğumu düşündüm. Anneme söyledim. O da öyle hissediyormuş. Yalnız olmadığımı bilmek güzel birşey. Ama bu söz konusu yakınlığın benimle aynı ayakkabıyı giyen kızı gördüğümde sürmemesi çelişki midir? Ya da dershanede durup dururken gelip giydiğim bluz için "Bende bunun beyazı var" denmesi sonucunda benim bununla zerre kadar ilgilenmiyor olmam ve kızın bana bunu niye belirttiğini asla anlamamam? Gerçekten bu aptal kızların default gelen bir özelliği midir acaba? Hayır sende var, iyi çok sevindim, çok güzel de ne yapayım ben?
a) Sende var diye sevineyim.
b) Sende var, pişti olduk diye üzüleyim.
c) Benim bluzümü de çamaşır suyu maharetiyle beyaz yapayım, takım olalım.
d) Hepsi.
e) Hepsi diye bir şık olamaz, a ve b şıkları çelişir.
b) Kan olayı
d) Olay Tv vardı eskiden
e) Ortada normal hiçbir durum yoktur.
a) Ahmet'i tanımamam.
b) Ahmet'e "Çok tatlı çıkmışın" cümlesiyle nasıl laf sokulduğunu anlamamam
c) O cümlenin doğrusunun "Çok tatlı çıkmışsın" olması
d) Benim yazacağım "comment"in çalınmış olması
e) Hepsinden biraz
b) Bitmemeli, sonsuza dek devam etmelidir.
c) Yazıda sözü geçen Sweeney Todd ve Facebook kızı evlenmelidir.
d) Sweeney Todd, Dina'yla aynı sweati giyen kızı öldürmelidir.
5. soru 32ydi.
+Kök içinde dörtyüzaltmışyedi bölü otuzsekiz galiba..
-32 çıkıyordu o ya?
+Hmm, olabilir.
*Madem yanıtı biliyorsun. Bana niye soruyorsun?*
-Nasıl bulamadın ya çok kolaydı. O başta verdiği şeye a diyeceksin, sonrası a+2 oluyor. Oradan da..
*Bulamadım işte, ne gıcık yaratıksın sen?*
Hey Edward!
Edward: -Ellerine bakar- Yapamam..