Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Bu sefer kendimi yazmıyorum


Ona olan sevginizi düşünürken burnunuzun direğinin sızladığı birşey var mı hayatınızda? Onunla ilgili bir yazı yazmaya niyet ettiğinizde gözlerinizi dolduran ve buna rağmen gülümsetebilen birşey? Ona bakarken bazen sevginizden kalbinizin acıdığı birşey? Gözlerinize bakarken gözleriyle "Sana ihtiyacım" var diyebilen birşey? Ama sizin onu bırakmayı zaten aklınızdan bile geçirmeyeceğiniz birşey? Öyle birşey ki bu siz oturup televizyon izlerken, o yanınızdaki koltukta uyuyakalmış. Hayatını öyle bir teslimiyetle ellerinize bırakmış ki bu durum göğsünüzü acıtıyor. Hiç bir insana bu kadar güvenmemeli aslında o. Size niye böyle güvenmişse? Sevgiden mi? Sizin de sevdiğiniz insanlar var hayatınızda. Kaç kişiye böyle güvenebilirsiniz. Düşünün ki karşınızda bir yaratık var ve siz onun kolu kadar bile değilsiniz. Kafanızın elleri kadar. Siz bu canlıya koşulsuzca bir sevgiyle bağlanıp, hayatınızı emanet edip böyle huzur dolu bir şekilde uykuya dalabilir miydiniz? 

Evet hep kendimi anlattım. Bugün kızımı anlatacağım. Yukarıda bahsettiğim varlık benim kızım. Kendisi 2 yaşına girmek üzere siyah parlak tüylere sahip şirin bir canlı. Efndime söyleyeyim İngilizmiş, cookermış. Çok çok inatçı ve takıntılı ayrıca. -Kime çektiyse artık- Birşeye taktı mı onu elde edene kadar peşini bırakmıyor. Şükür ilk günlerdeki yaramazlığı kalmadı ama. İlk günlerde çorap sandığımı açarak lavanta torbalarını kaçırıp bütün halılara lavanta dökmek ve lavanta torbalarının üstündeki gülleri yemek gibi "şirin" bir huyu vardı. Gül yemek demişken. Bir kere bir kız elinde bir gülle bunu severken kızın elindeki gülü yemişti. Kız umursamadı. Erkek arkadaşı "Ama onu sana ben almıştım" diye neredeyse ağlayacaktı bu ayrı konu tabi. Ah ah kızım neleri yemedi ki? Mendil kaçırmak en sevdiği iş mesela. Ya da benim çoraplarımı kaçırmak da ayrı hoş. Ayrıca bir kere annemin pantolonunu yemişti, bu da ayrı bir iğrençlik. 

Çikolata ve gezme hastasıdır benim kızım. Çikolata zararlı kendisine biliyorum ama ara sıra yiyor ve çikolataya aşık diyebilirim. Kendisi konuşulanları falan gayet iyi anlar. Ama nedense "Onu ver", "Bırak onu" , "Onu buraya getir" gibi komutları anlamamazlıktan gelmeyi tercih ediyor. "Gel" komutuysa ardına "Çikolata vereceğim" şeklinde bir takı alırsa anlaşılanlar grubuna giriyor. Gayet asi bir köpek ve komutları öğrenmeyi reddediyor. Bugüne kadar öğrenmeyi kabul ettiği tek komut ise "Öpücük ver" Evet öpmesi, sevmesi pek bol minik Lola'nın:)

Hangi hasta insan -insan demeli mi bilemiyorum ama- yapmış, nasıl yapmış bilemiyorum ama kızım belli ki bizim eve gelmeden önce şiddete maruz kalmış. Hatta o annesinin mesleği belli olmayan zat kızımın ayağını sakatlamış. Bu durumu düzeltebilmek için bebekliği boyunca hergün kalsiyum verdim kızıma. Her gün balık yağı yedirdim. Şükür ki ayağı düzeldi kızımın. Köpekler bu tip şeyleri ömürleri boyunca unutmuyorlarmış. Yani maalesef Lolacık hayatı boyunca yaşadığı şiddeti hatırlayacak. Bu nedenle insanlara yeniden güvenme problemi yaşadı uzun bir süre. Ama yine güveniyor artık. Zaman zaman saldırgan olsa da kızamıyorum ona yaşadıkları yüzünden.. Ama dizimin dibinde patisini elime koymuş uyurken bu satırları yazmayı düşünüyorum işte.. 

Acıtmak..


Çocukların vicdan duyguları genellikle gelişmemiş olur. Birbirlerinin canlarını yakarak eğlenirler. Küçükken bunu bana da yapan olmuştu. Ne zaman karşılık vermeyi düşünsem aklıma hep annem geldi. Bana kızar, bu davranışıma üzülür diye değil. Annem beni sevdiği için gelirdi aklıma. Bana birşey olsa nasıl üzülür bildiğim için. Canım acısa, canı acırdı onun için. İşte bu yüzden birine zarar vermek istediğim de aklıma hep şu gelirdi: "Onun da annesi var. Onu seven birileri var." Bu yüzden kimseyi acıtamazdım.

Büyüdüm. İnsanlar vicdan sahibi olmuşlardı. Ama insan kötü bir varlık. Kirlenmiş, iğrenç birşey. Acı veriyor olmaktan, acıtmaktan zevk alıyor. Üstelik her zaman fiziksel acı vermiyor daha kötüsü. "Taşlar ve sopalar kemiklerimi kırar ama sözler beni derinden yaralar." Burada birşeyden bahsetmezsem olmaz. Yemekteyiz'i ilk izlediğimde kurgu olduğuna emindim. "Bu kadar olamaz" diyordum. Geçenlerde anladım ki, kurguya falan asla ihtiyaç yok. İnsanlar o kadar kötü ki.. Birbirlerini acıtmak için yer arıyorlar. Birilerinin onlara kötü olun demesine asla ve asla gerek yok. 

İnsanlar cidden kötü varlıklar, evet. Birini acıtarak zevk alan başka bir varlık olduğunu zannetmiyorum. Aslanlar bir ceylanı kovalayıp da yiyince o narin canlının yenmesinden tiksiniyor, aslanlara kızıyoruz da hayvan en azından bunu besin için yapıyor. Sizin bahaneniz ne insanlar? Hiç bir bahaneniz yok. Sadece insansınız diye bunu yapıyorsunuz. Bizi de seven birileri var, bizim de annemiz var. Kötülüğünüz avuçlarımı kanatıyor ey insanlar... 

Fotoğraflar


Mikael "Sorrow in me" derken, benim de güzel şehrim beyaza boyanıyor. Karla ilgili yazılarım genellikle melankolik ve karamsar bir havada oluyor, farkındayım. Bu sefer öyle olmasını istemiyorum. Aslında ne istediğimi de bilmiyorum tam. Canım sıkıldı sanırım biraz. Önümdeki resimlere falan bakıyorum şimdi. Her yere fotoğraf koymayı ne kadar çok seviyorum böyle. Korkarım bir gün odam fotoğraftan geçilmeyecek. Ama fotoğraflar güzel şeyler. Mutluluğu dondurmak gibi birşey. Bence bu yüzden gülümsüyoruz fotoğraf çektirdiğimizde. Ya da belki bir insanın en güzel görünen hali gülümsemek de olabilir tabi ki. Şahsım adına ise bilemiyorum, ben zaten mutluyum galiba. Her neyse beni bir kenara bırakırsak -ki bu çok saçma olur, yazar benim yani, bilemiyorum artık- fotoğraflar gerçekten güzel şeyler. Mutluluğu dondurup odana koyuyor ve o anı hatırlıyorsun tekrar. Ya da bazı resimler var ki sen yoksun. Hatırlamak istediğin kişiler var sadece. Her baktığında gülümsediğin. Olur ki kötü birşey gelirse aklına o fotoğrafa bakıyorsun ve o kötü şey uçuyor gidiyor aklından. Biliyorsun ki onlar hep yanında, onlar seni hep sevecek. Aslında birinin sevgisinden emin olmak ne kadar doğru, sorgulamıyorsun. Herşeyi de sorgulamamalı insan. 
:) 

Hayatımı siz mahvettiniz..


Öyle bir şey düşünün ki onun yüzünden sinemada rahat rahat filminizi izleyemiyorsunuz. Metroya inince tedirginsiniz. Otomattan bisküvi almaya korkuyorsunuz. Yıllarca yatağın altına düşen hiçbirşeyi alamadınız. Küçükken tavana bakarak uyuyamazdınız. Hâlâ da karanlıktan korkuyorsunuz. Arkadaşlarınızla kampa gidemezsiniz, orman yürüyüşüne çıkamazsınız. Aynaya bile bakmaktan rahatsız olduğunuz oluyor sırf onun yüzünden. Saçlarınızı öne atıp tararken rahatsız olmaktasınız. Kuaförde yere düşen saçlarınızdan rahatsız olursunuz. Denize gitseniz, yüzmezsiniz. Eğer yüzerseniz gözünüz hep sudadır, gölgelerden rahatsız olursunuz. "Annesi ona çok kötü davranıyordu" diye başlayan bir hayat hikayesi duyunca tanıdık gelip, tedirgin olursunuz. Ama anneniz size kötü davranmış falan değildir. Köpeğiniz yeri kazınca onun yüzünden rahatsız olursunuz. Boş bir sokakta sevgilinizle rahatça yürüyemezsiniz. Hep onun yüzünden. Banyo yaparken şampuan gözünüzü yaksa da gözünüzü kapatmazsınız. Işık anahtarlarına asla çift sayıda basmazsınız. Hep tek sayı yaparsınız. Kazara iki kez basmışsanız üçe tamamlarsınız. Onun yüzünden hep. Mantı bile yiyemiyorsunuz artık! Biri yanınızda ağlarsa göz yaşlarını analiz etmek istersiniz gerçekler mi diye. Pek inançsız olmuşsunuzdur. Hep onun yüzündendir bütün bunlar. Hayatınızı cehenneme çevirmektedir. Ama siz onu çok sevmektesinizdir. Ondan vazgeçemezsiniz. Hayatınızı mahveder, siz onu hayatınızdan çıkaramazsınız. Evet, kitaplar, filmler, oyunlar. Sizden söz ediyorum. Hayatımı mahvettiniz!

Ankaray güzel ışıklandırılmış ve içi de güzel yapılmış. Bunu inkar edemem. Ama metro.. Karanlık ve kasvetli. Soğuk ve ürkütücü. Silent Hill 3'teki metronun aynısı resmen. Metroya her indiğimde trenin geçeceği yerden köpekler koşacak gibi geliyor. Gişe bölümünü kırıp haritayı almak, köpekleri oyalamak için et atmak istiyorum:D Trenin gelmesini beklerken bir kapı arıyor gözlerim. Açacak olsam kapının kilidinin kırık olduğunu öğrenecekmişim gibi geliyor. 

Sinemada doğru düzgün film izleyemiyorum. Her an korku içindeyim. Bunun sebebi de bir kitap. Üstelik henüz okumadım bile! Konusunu duymak yetti. Kitabın bir bölümünde dev sıçanlar sinemayı basıyorlar ve insanları canlı canlı yiyorlar. Yazar pek canlı anlatmış buraları. Böcekten korkan benin, dev sıçanlar hakkındaki görüşü pek sürpriz olmasa gerek. Evet kitabı okuyacağım, bu sefer hiç giremeyeceğim herhalde sinemaya.

6. His'i küçükken izlemiştim. Çok etkilenmiştim o zaman. Tam hatırlamayanlar için bir sahnesini hatırlatmak isterim. Başroldeki çocuğumuz bir cenazeye gidiyordu. Cenaze bir kıza aitti. Kızın odasına giriyordu. Bebeklerden birini yere düşürüyordu. Almak için eğildiğinde ölü kızımız yatağın altından çıkıp bir video kaset uzatıyordu. Filmi en son ilkokulda izlemiştim. Ne kadar aklımda kalan bir sahne olduğunu tasavvur edebiliyor musunuz? Yıllarca yatağımın altına düşen hiçbirşeyi almamıştım. Size bir başka sahne hatırlatmak isterim aynı filmden. Bruce Willis, bu çocukcağız ve annesi yürüyorlardı. Bir ara çocuk tavanı gösterdi. Sera gibi tavanı olan bir yerdi burası. Çok aydınlıktı ve tavan camlı gibi birşeydi. Camların birleşim yerlerinden asılmış insanlar sarkıyordu. İşte ben bu sebepten yıllarca da tavana bakarak uyuyamadım:)

Ah karanlık... İçi doludur karanlığın. Nerede ne var bilemezsiniz. Özellikle de benim gibi manyaklık, hayal gücü ve şüphe bezleri(?) fazla çalışan biriyseniz karanlıkta yürürken korktuğunuz şey vampirler olmaz mesela. Karanlığa girerken kendinizi telkin etme yönteminiz "Bugüne kadar Türkiye'de hiç seri katil görülmedi" ise bence endişelenecek birşeyler vardır:D Eğer buna genellikle bir çalışmaya başlarken inanmaya çalıştığınız ve her nedense çalışmaya başlarken asla inanmayıp, karanlıkta inanmaya başladığınız "Her şeyin bir ilki vardır" sözü ile yanıt verebiliyorsanız, evet siz de yakında benim gibi olacaksınız:D 

Geçen metroda beklerken - evet tedirgin biçimde =P - yanımdaki otomatın önüne bir çocuk geldi. Otomata para attı ve bir bisküvi aldı. Otomatın bisküvi alınacak kısmı her otomatta olduğu gibi metaldi ve çok genişti. O zaman farkettim ki o otomattan ben bisküvi alamazdım. Çünkü hayalgücümde kolumu bisküviyi almak için uzattığım sırada bileğimi yakalayan bir el belirmişti. Evet Alfred Hitchcock, büyük ihtimal bu da senin eserin tatlım.

Berkay, Ekinsu, Deniz geçen yıl bir ara kampa gidelim diye tutturmuşlardı. Bir kamp çadırı ve eğlenecektik. Bu fikir tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Bir grup arkadaş kampa gidilecek ve kamp çadırı kurulacak ha? Bu sahne çok ve hatta çok tanıdık geliyordu. Beşinci sınıf korku filmlerinin bile malzemesi olmuş bu konuyu canlı yaşamaya niyetli değildim. Ayrıca herkes bilirdi ki önce uzun saçlı kızlardan biri ölürdü:D Sonra diğerleri beni aramaya gelecek ve onlar da öleceklerdi. Ne gereği vardı kampın falan? Güzelce Atatürk Orman Çiftliğine gidip kokoreç yemek varken? Oh mis valla..

Antalya'ya gittiğimizde denizle ormanın kucaklaştığı harika bir manzarayla karşılaşmıştık. Yalnız bu ortam bana yalnızca manzara olarak hitap etmekteydi. Denize pek girmezdim. Orman yürüyüşleriyse.. Orman yürüyüşleriyse gerçek bir öyküden uyarlanan bir kaç film izleyen biri için hiç de parlak bir fikir sayılmazdı. Antalya'da pek denize girmedim evet. Orman yürüyüşü mü? Deli misiniz siz?! 

Ayna bence dünyadaki en yararlı icatlardan biridir. Osmanlılar ise geceleri aynadan kötülüklerin dışarı çıktığına inanırlardı. Hayır benim inanışım Osmanlılar gibi değil. Benim inanışım daha çok Hollywood tarzı:) Evet kurban aynaya bakarken aynadan geçen bir karaltı görür. Ya da yine kurban aynaya bakarken biri kendisine arkadan yaklaşmaktadır. Ayrıca hatırlayan var mı bilemem ama Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum'un son sahnesi de aynalardan rahatsız olmak için yeterli bir sebeptir. Evet, maalesef ben o sahneyi çok iyi hatırlıyorum:D

Uzun saçlı olmanın bir derdi saçlarının arka taraflarını kendi başına güzelce tarayamamaktır. Bu konuda yapılabilecek en iyi şey saçlarının tümünü yüzüne doğru indirip taramaktır. Saçlarımı her zaman ayna karşısında tararım. Saçlarımın tümünü önüme alıp da aynaya baktığımda gördüğüm görüntüyü hayal edemiyorsanız size bir hatırlatmayla yardımcı olayım. Ring'i izlemiştiniz değil mi? :D İşye öyle bir şey.. :)

Saçla ilgili başka rahatsız edici bir durumu da yazın yaşamıştım. Hava çok sıcaktı ve saçlarımı her daim topuz yapıyordum. Evde de sıradan yazlık elbiselerden biriyle dolaşıyordum. O dönem Rule of Rose oynamaktaydım. Neyse efendim bir gün gece odamdan çıkmıştım ve mutfağa gidiyordum. Odamın önündeki kısa koridorda kırmızı bir ışık yanıyor. -Hayır Hostel tarzı birşey değil, Allah korusun yaa- Bu kırmızı ışığın önüme düşürdüğü gölgeme baktım. Elbise ve topuz. Korkunç derece Rule of Rose'un karakteri Jennifer'a benziyordum! Gölgemden rahatsız olup saçlarımı açtığımı hatırlıyorum.

Yine mi saç diyeceksiniz ama ne yapabilirim? Bu pis Japonlar saçtan fena korkuyorlar. Bir sürü yerde kullanmışlar. Bu benim sorunum değil, evet. Kuaföre gidip saçlarımı kestirmekten nefret etmemin iki temel sebebi vardır. İlki saçlarımın kısalıyor olmasıdır. İkincisi ise işte bu sebep tam benliktir. Garez'in gagırdayan yaratığının her yöne dökülen siyah saçları, Silent Hill 4'ün Latin güzeli Cynthia'yla ikinci karşılaşmamızda her yere dökülen siyah saçları.. İkinci sebep ise saçlarımın parçalar halinde yere düşüyor oluşudur, evet. Bu yüzden saçlarımı kestirmiyorum.

Deniz tatillerini pek aramam çünkü denize pek girmem. Girsem de yüzmem. Islanıp çıkarım derler ya, öyle. Bu tercihimin sebebi şüphesiz ki Jaws, Denizde Dehşet, Deep Blue Sea, Open Water gibi güzide filmlerin aciz bünyeme yaptıkları tesirdir. Bunların yanı sıra talihsiz bir şekilde Discovery'de ne zaman köpek balığı belgeseli olsa ona denk gelen bendenizin, köpekbalıklarından korkan bir anne tarafından yetiştirildiği de göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Türkiye'de köepk balıkları olduğunu, kaplan köpekbalıklarının 15 cmlik suda yüzebildiğini, kan kokusunu 1 kmlik mesafeden alan türün çekiçkafalar olduğunu bilip de yüzebilmek? Bana göre değil:)

"Annesi ona hep kötü davrandı. Babası bir alkolikti." Bu hikye beni her zaman üzmüştür. Ama bu hikayeyi duyduğumda hissettiğim duygunun gerçek adı üzüntüden öte, korkudur. Hayır annem bana hiçbir zaman kötü davranmadı ve babam da alkolik falan değildi. Bu hikayeyi fazlasıyla tanıyor olmamın nedeni kendi hayat hikayem olması değil zaten. Bu, seri katillerin genel hayat hikayesidir. Mesela Henry Lee Lucas. Lucas genellikle genç kızları öldürürdü. Genellikle de kurbanlarına tecavüz ederdi. Öldürdükten sonra, evet. Defalarca tutuklandı. Delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Sokağa çıkarken insanlara bakarsınız. "Neden biri beni öldürsün?" diye düşünmezsiniz. Henry Lee Lucas sözleri aklınızdadır: Birini öldürmek benim için sokağa çıkmak gibi birşeydir. Eğer kurban istiyorsam sokağa çıkar ve bir tane bulurum". Lucas en sonunda idam cezasına çarptırılmıştı. Ama dönemin valisi onu affetti. Bu vali George W. Bush'tu.

Duş alıyorsunuz ya da banyo yapıyorsunuz. Şampunlanırken gözünüz yanıyor, aldırmıyorsunuz. Gözünüzü asla kapatamazsınız. Ne yoksa siz Sapık'ı izlemediniz mi?! İzlediğiniz halde gözlerinizi nasıl kapatırsınız? Gözlerinizi açtığınızda mazallah bir bıçakla karşılaşırsanız ne olacak? :)

Mantıyı çok severdim. Hem de çok. Bu yemeği sevmeyen çok azdır tahmin ediyorum. Ben de seviyorum sanırım. Ama artık yiyemiyorum. Neden mi? Koreli yönetmenler yüzünden. Üç Sıradışı diye bir film yüzünden. Üç Sıradışı'nı izlediğimden beri sadece kendimi zorlayarak bir kez mantı yiyebilmiştim. O da pek tat vermemişti açıkcası. Eh be Koreliler, üç kuruşluk mantı zevkimizi de mahvettiniz ya, helal olsun size be çekik gözlüler! :D

Ağlamak.. Güzel birşey midir bilemiyorum. Orası tartışılır. Ama tartışılmayacak bir konu var ki ağlamanın çeşitleri vardır. Bunu ben söylemiyorum. Bunu Bonasera söyledi. CSI:NY'nin güzel gözlü dedektifi evet. Bir bölümde bir kız hocasını öldürmüştü. Kızın katil olduğu belliydi ama ispatlayamıyorlardı. Kız ağlıyordu. Göz yaşlarını analiz ettirmişti Bonasera. Mac'e söylemişti: "Gerçek değiller." Mac: "O zaman şimdi ne olacak?" "Hiç. Sosyopat olmak suç değildir." 

Size sesleniyorum ey yazarlar, ey yönetmenler, ey oyun yapımcıları. Umarım mutlusunuzdur. Bilesiniz ki hayatımı siz mahvettiniz! Evet, siz. Başka kimse değil..

Herkese not: Ben manyak değilim, ayrıca şizofren hiç değilim tamam mı? :D
Kendime not: Ben manyak değilim ayrıca, şizofren de değilim di mi? 

Serbest Çağrışım


Serbest çağrışım çok güzel bir şey. Müzik dinlerken bunu iyice fark etmemek elde değil. 

"The Butcher's Ballroom" ismini gördüğümde gözümde canlanan şey şık bir salonda pembe bir tuvalet giymiş olan Silent Hill Origins'teki Butcher oldu mesela. 
(Aslında gönül isterdi ki Butcher'ı daha şık bir salona koyayım ama olmadı, kısmet olmadı:D )

Küçüklüğümüzün unutulmaz repliklerindendir "Topunuzu keserim" Bu sadistçe uyarı iki şekilde algılanabilir. "Oynadığınız topu keserim." Bir ikinci algı şekli ise "Hepinizi keserim" şeklindedir. Muhtemelen bacak kadar çocuklara böyle tehditler savuran yaşlı kadınlardan ikisini de bekleyebiliriz. Bu kadınlar ne yapsa bizi şaşırtmaz. Zaten bu tür teyzeler hafiften kırıktır. Bu durumda yapılabilecek en sağlıklı şey her iki algı şeklini de göz önünde bulundurarak topu da alıp kaçmaktır. 

Hoş çağrışımı olan kelimelerden biri de kuşkusuz "kartuş dolum merkezi"dir. İnsanın kafasında birbirleriyle bağıra çağıra "Five point six, oh no! Three point eight." şeklinde konuşan ve sürekli panik içinde koşuşturan bir yer çağrıştırsa da burası aslında bildiğimiz kırtasiye gibi birşeydir. Bu da büyük bir hayal kırıklığıdır bence. Kartuş dolum merkezinde hiç değilse bir bilgi işlem olabilirdi diye düşünüyorum :)

Bunlar elbette ki benim şahsi çağrışımlarımdı. Ama bazı şeyler vardır ki bunlar herkeste aynı çağrışımı yapar. Örneğin hayatının bir döneminde öğrenci olmuş herkes için "Ama Mehmet de aynısını yaptı" sözünün karşılığı "Mehmet kendini köprüden atsa sen de atacak mısın?"dır. Buna başka cevap aramak saçmalıktır, aymazlık, öküzlüktür. Bu cevap budur. Bunun dışında "İnsanlar ikiye ayrılır"ın devamı "İnsanlar ikiye ayrılı diyenler ve demeyenler" şeklinde hoş  ve esprili(!) şekilde tamamlanabilir. Bunu da kasmak gereksizdir. Bu lafın bütün bünyelerde uyandırdığı çağrışım aynıdır zira. Aynı lafın bir de "canlı"lı olanı vardır ki o daha da hoştur. "Canlılar ikiye ayrılır. Canlılar ve Erzincanlılar" şeklindedir bu da. Erzincanlılar arasında bu espri ne kadar popülerdir bilinmez ama şahsıma yaptığı etki açık saçık nefrettir.  Bundan başka kiraz ya da vişne ilk çıktığı dönemlerde bunu kulağın üstüne takıp küpe yapmak belki de adettendir. Belki vişneye güzel tadını veren kulağımızdır, bunu bilemeyiz. Ayrıca matematik dersi hakkında konuşmaların genel çağrışımı "Bu benim gerçek hayatta ne işime yarayacak?"tır. "gerçek hayat" önemlidir çünkü, insanlar Matrix'te yaşamaktadırlar. Burada matematiği öğrenirsin sonra hooop kafana bir kablo takarlar oldu mu sana gerçek hayat? Tamam şimdi ne yapacaksın o trigonometriyi diye sorar insan kendi kendine bazı bazı. Burada Cenap Şahabettin'den bahsetmemek olmaz. Biraz eser bilgisi olan herkes için bu adamın yaptığı çağrışım Hac Yolunda'yken, biraz fesat olan herkes için bu adamın yaptığı çağrışım cenabetliktir. Bu adamın da zavallılığı şüphesiz ki budur. Sen Hac'a git yaz o kadar millet seni cenabet diye ansın. Buradan anne babalara seslenmek isterim, çocuğunuzun ismini düzgün koyunuz. Bakın ne çağrışımlar yapıyor sonra. Sıradaki çağrışım herkesin ortak çağrışımı değil. Bu yalnızca 2008 yazında susuz kalmış Ankaralıların çağrışımıdır. Bu bünyelerde İ.Melik Gökçek'in yaptığı çağrışıma asla ve asla İbrahim Melih Gökçek olamaz. Bu bünyelerde bu ismin yaptığa çağrışım.. Erhm.. Neyse:) Yeni çağrışımımız benden herkese gelsin: "Ah kolum kırıldı galiba"nın karşılığı muhakkak ve muhakkak "Kırılsaydı duramazdın oğlum" olmalıdır. Böyle demeyen bizden değildir. Ayrıca topluluk halindeyken tek başına gülen iki kişi görürseniz "Söyleyin de biz de gülelim" demek boynunuzun borcudur, bilesiniz. 

Serbest çağrışım çok güzel birşeydir ve bence bu kadar da serbest olmamalıdır=P Serbest muhasebeciler çağrışım konusunda desteklenmeli, yüreklendirilmelidir. :D

Anneme not: Seni çoook seviyorum annem, iyi ki doğdun iyi ki varsın :) Senin bana çağrıştırdığın şey dünyada en çok sevdiğim kişi unvanı annecim:)
Çağlar'a not: Butcher'ı beğendin inşallah:D 

Okulu asalım mı?


15 tatili de bitti sayılır artık. Tatilin bittiğine üzülsem mi yoksa okulun bir döneminin bittiğine sevinsem mi kararsızım. Hayatımda geçirdiğim en güzel tatillerden biriydi aslında. En kötü tatilim böyle olsun hatta. Keşke bitmeseydi. Züğürt tesellisi mi denmeli telkin mi bilmiyorum ama okulun ikinci dönemi de tatlı bir dönem aslında. Daha sıcak günlere rast geliyor. Bir de daha kısa sürüyor sanki? Ama insan içinde pır pır eden okulu asma isteğine son derece zor hakim oluyor. Özellikle cam kenarında oturuyorsa mesela. Hatta bu okula geldi geleli cam kenarında oturuyorsa.. Bak sevgili blog, bu okulu asma isteği öyle birşey ki camdan bakarsın böyle gecekonduları falan görürsün. Ama o gecekonduların üstünde parlayan güneş var ya.. Yüzüne vuran o hafif rüzgar var ya.. O gördüğün gecekondular sanki dünyanın en güzel manzarası gibi görünür. O an da genellikle geometri dersine denk gelir zaten. Sorunun cevabı açık seçik 40'tır, diğer insanların bunu bulmasını beklerken camdan bakmak mantıklı bir iştir. Neyse işte dersin ki şu an piknik yapmak vardı.. Hadi bakalım? Ne pikniği dersin içinden.. Ulan sen piknik sevmezsin ki? Tabi insanın aklına o an çimene otursan böcek möcek vardır orada? Dedim ya insanın aklına gelmiyor. Muhtemelen dışarıda olsan piknik falan yapmazsın zaten. Ama böyle güzel havalarda da aklına direk piknik gelir insanın. Dikkatin derse döner sonra. Cevap 40'mış evet. Yeni soruyu defterine çizerken üçgenin altını tamamlayıp çocuksu bir kır evi çizmek geçebilir aklından. Ama bunu yapmazsın. Efendi gibi bir üçgen çizersin. Bir de kenar ortay atarsın. Şurayı da 90 verirse muhteşem üçlü olacak dersin. Neresi muhteşem bilemezsin. Muhteşem olan hiç bir üçgen görmemişsindir bugüne değin. Muhteşem denilecek şey bu havadır! Na-muhteşem olansa (namuhteşem ne ya?) bu güzel havada bu üçgene bakmaktır. Yanıtın 60 olduğunu bulmaktır mesela. Yanıt 60sa bu da özel üçgendir ama bu senin zerre kadar umrunda değildir. Dışarı çıkamasan bile şu an soğuk bir taze sıkılmış portakal suyu iyi olurdu diye düşünürsün. Ama derste bir portakala en fazla bir pi sayısı kadar yakın olabilirsin. Tahtadaki biçimsiz dairedeki açı dilimini hesaplarken 3,14ler döner hayalinde ve sen içeride kalırsın. Zil çaldığında kendini bahçeye atabilirsen eğer şanslı sayılırsın hatta. Bahçeye çıkarsın, müdür yardımcınız bağırır mesela "Gömleklerinizi dışarıda görmeyeceğim" şeklinde. Pis pis bakmakla yetinirsin, gömleği katlar gibi yaparsın. Bazı sözümona esprili hocalar "Bağırsaklarınızı içeri sokun" derler örneğin. İğrenirsin. Pis pis bakmaya bile tenezzül etmezsin. Zaten dışarıda görmek istediğin şey gömleğin değildir, kendinsindir. Biraz dolaşırsan güneş omuzlarını yakar. Umursamazsın. Siyah gömlek giyinmişsen o gün siyah giyinmeyi düşünen aklına lanet edebilirsin. Ama siyah öyle bir hastalıktır ki onu mutlaka yine giyineceksindir. Evet kışın ortasında hatta şubatın başlarında bunu düşünürsün. Daha ikinci dönem başlamadan, daha havalar ısınmadan, daha okul başlamadan okuldan kaçmışsındır bile sen. En azından zihnen. Eğer cam kenarında oturuyorsan gecekondulara bakarsın. Yandaki ilkokulun bahçesinde salak salak koşan çocuğa bakarsın ve içinden dersin ki "Çocuğum manyak mısın git bi' piknik yap, ne bileyim bi' portakal suyu içsene!" 

Güzel bir gün..


Özlemişti eski arkadaşlarını. O girince hepsi ayağa kalktılar. Gülümsediler. Geç gelmenin de böyle hoş bir yanı vardı işte. Sen geldiğinde herkes hali hazırda gülümsüyor oluyordu. Sırayla öptü hepsini. Büyük bir masaydı, epey dolaştı herkesle öpüşene kadar. Kızların hepsi güzeldi bugün, erkekler de güzel giyinmişlerdi. Sonra gitti Kerim'in yanına oturdu. Nedendir bilinmez montuyla oturmuştu. Kalktı sonra, montunu çıkardı. Konuşmaya başladılar. Sanki hep bir aradaydılar, hiç ayrılmamışlardı sanki. Uzun süre görüşmemiş olduklarını unuttu. Herkes başka okullardaydı şimdi. Herkesin yeni arkadaşları vardı. Ama öyle değil gibiydi. Öyleydi ki masadaki bu bir kaç insan birbirlerinden başka hiçbir arkadaşları yokmuş gibi bir neşeyle konuşuyorlardı. Anılar konuşuldu sonra. Çoğu hatırlıyordu bunları. Tekrar hatırlattılar birbirlerine, az öncesiymiş gibi güldüler. Sonra Saruhan yanına geldi Dina'nın. Uzakta kalmıştı az önce. Mutlu oldu Dina. Şimdi Yılmaz uzakta kalmıştı. "Böyle gelsene" dediler. Kerim "Gitme" dedi. İçtendi, güldüler. Yılmaz, Kerim'i bıraktı:) Sonra kalktılar yavaştan. "Nereye gidiyoruz?" dedi Saruhan. Bilmiyordu Dina. Yürüdüler. McDonalds'a girdiler sonra. İşte tam bu sırada Dina kahvaltı yapmadığını farketti. Yukarı çıktılar. Bu gruba uyacak kadar büyük masaları yoktu maalesef buranın da. Ayrı ayrı oturmak zorunda kaldılar. Bu sefer Bulem'le ayrı oturmak zorunda kaldı. Kerim'le Yılmaz elele oturdular bir süre:) Yılmaz şaşırdı, aynı masadaki diğer insanlar gibi. Kerim, evlenme teklif etti Yılmaz'a. Kabul etmedi Yılmaz. Bahar "Yüzük nerede?" dedi. Kerim "Frodo'da kaldı" dedi. Güldü Dina, bunu yazmak isterdi. Oturdular, konuştular yine. Yine güldüler sonra. Eğleniyorlardı. Fotoğraf çektiler birkaç tane. Hiç birinde güzel çıkmadı Dina. Ama fotoğraflar güzel çıktı. İyiden iyiye acıkmıştı Dina. Saruhan üzüldü belli ki bu haline, hadi gidip sana birşeyler yedirelim dedi ona. Diğerlerini öptüler. Onlar "Belki biz de dağılırız" dediler. Peki diyip yemek yemeğe gittiler. Dünyayı yiyebilecekti sanki Dina, yiyemedi. Bir dünya kaldı ortada yenmeyi bekleyen. Kalkarlarken eski anılardan bahsettiler. meriç burada tuvaletin yerini "Banyo nerede?" diye sormuştu garsona. Tuvaletin önünden geçip merdivenlerden çıkarken aklına bu geldi. Geri döndüler sonra. Grup dağılmıştı. Biraz dolaştılar. "Ben de gideyim artık" dedi Yılmaz'la Saru'ya. Peki dediler onlar da. Anneannesini aradı "Gidelim mi artık anneannecim?" dedi. Anneannesi peki dedi. Onlar da kalan vakitlerini Tansaş'ta geçirdiler. Eski anılar geldi akıllarına. Reklam çekmeye karar verdiler. Dina, Saruhan'ın "hurma sirkesi" reklamında oynadı. Saruhan da Yılmaz'ın diş fırçası reklamında oynadı. Güzel olmuştu reklamlar. Anneanneyi beklerken bunları izlediler. Güldüler sonra. Yılmaz kursa gitti. Anneanne geldi. Saruhanla vedalaştı Dina. Taksiye bindiler. "Eğlendin mi Dina?" "Evet" diye cevapladı Dina yüzünde büyük bir tebessümle.. :)

Melodik Başlangıç


Blog ha? Eh artık zamanı gelmişti galiba:) Yazımda fonda çalan Angels Fall First'ün huzur verici etkisini verebilmeyi amaçlıyorum aslında. Şarkılar garip şeyler. Bir şarkıyı seviyorsun. Şarkı belki sana enerji veriyor, belki içinde bir yere dokunuyor, belki mutlu ediyor seni, belki duygusal yapıyor, belki ağlıyorsun şarkıda, belki sözler tam seni anlatıyor, belki müzikte kaybolup gidiyorsun. Kısacası şarkıyı seviyorsun işte. "Budur" diyorsun. Sanki hayatının şarkısını dinliyorsun. Kaybolup gidiyorsun notalarında ama.. Daha sonra tekrar dinlediğinde bambaşka birşey oluyor o şarkı. "Bu şarkı, o şarkı mıydı?" diyorsun. Bu salak şeyi sevmiş olamazsın. Belki de şarkı hala güzel, ama o eski anlamını yitirmiş. Büyüsü bozulmuş sanki. Şarkı mı değişti? Yoo hayır, o hala aynı. Sen mi? İşte sen değişmiş olabilirsin. Kendini suçlamaya gerek yok ki. Herşey değişir zamanla. Koca koca taşlar bile aşınır. Sen mi değişmeyeceksin kocaman dünyadaki küçücük varlığınla? Duyguların mı? Onlardan ala değişken mi var? Dakikası dakikasını tutmuyor ki. Sade sen değilsin ki değişen. Çevrendeki herkes değişiyor sürekli. Onları da suçlamamak lazım aslında. Herşey, herşey değişiyor. Bak, bu yaşadığın anı bir daha hayatın boyunca yaşayamayacaksın. O şarkıyı dinlediğin anı da öyle. Teselli etmek için dediğimi düşünebilirsin ama öyle değil: Bazı şarkıların büyüsü asla bozulmaz. Dahası da var bazı şeyler de asla değişmez. İnsan oturup düşünmeli bazen. Hayatımda neleri seviyorum ben? Neleri değiştirmek isterdim? Bazı şeyler elinde insanın. Bazı şeyler de değil. Köpeğinin ölmesini istemezdin mesela. Zamanı geri çevirmek isterdin. Her onu düşündüğünde gözün dolmasın isterdin mesela. Bazı şeyler elinde değil insanın. İnsanları üzmemek istersin aslında. Herkes mutlu olsun istersin. Kimse üzülmesin dünyada. Savaş falan da çıkmasın. Çocuklar ölmesin istersin. Hava kirlenmese hiç. Bugün biri ölmesin dersin. Herşey istediğin gibi olmuyor maalesef. Onu seviyorum, onu hayatımda istiyorum dersin. Bugün güzel bir gün olacak dersin. Arkadaşlarımla buluşayım dersin mesela. Sinemeya gitmek isteyebilirsin. Bazı şeyler elinde insanın. Elinde olmayanları değiştiremezsin, kabullenmeye çalışmak seni daha mutlu biri yapabilir. Elinde olanları ise düzene koymak gerek artık. Oturmak, düşünmek gerek. Artık ne yapacağına karar vermek gerek. Hepsi bir anda değil belki ama sırayla.. Yavaş yavaş halledilmeyecek iş mi var? Git ve yeni bir şarkı bul kendine.. Güzel bir hayat inşa etmeye başlıyorsun artık, melodik başlangıçlar güzeldir:)