Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Bendeniz Gider:)


Bu yazının konusu aslında ayrılık. Artık eşek kadar olduğum için ÖSS falan artık o kadar uzak gelmemeye daha önemlisi artık o kadar uzak olmamaya başladı:) Son sınıf olmuşum falan, o kadar garibime gidiyor ki bu düşünce, anlatmak çok zor. Dört yıl her sabah git gel aynı yere sonra bir sabah gelsin artık oraya gitmen gerekmesin. Boşluğa düşmek gibi birşey bu. Sınava girmek de öyle mesela. 12 yıl bir sürü formül öğren, bir sabah sınava gir, ertesi sabah o öğrendiğin bütün formüller boş mesela:)

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir sürü durum biliyorum aslında ben, bu da onlardan biri. Boşluğa düşmek... Adı bile garip. "Düşmek" var bir kere içinde, düştüğünüz zaman hiç sevimli bir durumla karşılaştığınız oldu mu bugüne dek? "Merak ne güzel şey, güzel şey merak?!" 17 yılın bana öğrettiği tek bir şey varsa o da merağın güzel birşey olmadığıdır, aman diyeyim. Lütfen düşmeyiniz.

Ayrılık diye girmiştim, kendimden daha ciddi bir yazı beklerdim aslında ama yine ipe sapa gelmez bir şey yazdığımı farkediyorum ve bu beni üzmüyor:) Evet ben gidiyorum bür süreliğine. Hatta muhtemelen uzun süreliğine. Ama veda etmek istemiyorum kimseye. Bu bir veda değil çünkü. Basit bir mantık bu, sevdiğin kişilere veda etmek istersin. Sevdiğin kişiler online değilsin diye seni unutmazlar:) Bu durumda vedanın gereği yok gibime geliyor, zaten vedalar konusunda başarılı biri asla olamadım. Vedaları sevmem:)

Daha önce "uzak" kelimesinin ne kadar can yakıcı, kötü bir kelime olduğu ile ilgili bir yazı yazmıştım. Uzak... İnsana resmen fiziksel acı veren bir kelime. Veda da öyle işte. Tırnaklarını etine batıran bir kelime sanki. Kelimelerin gücüne her zaman inanırım ama bazen de kelimelere gerek olmadığını düşünüyorum. Haklısınız Depeche Mode, onlar yalnızca incitmeye yararlar:)

İşte bu yüzden kimseye veda edecek değilim. Benim olan, bana kalacak. Gerisi de önemli mi, bilmiyorum. Bence değiller.

Bu kadar yazmışken dershanemden bahsetmemek olmaz gibime geldi. Eğer buraya kadar okuduysanız öncelikle sabrınızdan ötürü takdiri borç bilirim çünkü cidden sıkıcı bir yazı oldu bu:D Neyse işte dershane sınavına gittiğimde eski - yeni bir çok tanıdığı görme fırsatım oldu. İlkokul arkadaşlarımdan Serkan'ı, ortaokul arkadaşım Bulem'le tanıştırırken dershaneden tanıdığım bir iki arkadaşıma sarılmam (eöö tamam hepsi eş zamanlı değil bunların:D) falan hoştu yani. Mutlu oldum böyle. Ayrıca kendimden utanıyorum, ne soğuk insanım öyle be. Melis'i görünce yanına gittim öpmek için eğildim oysa boynumdan sarıldı. İçten bir sarılmaydı böyle, sevindim ama kötü hissettim sonra. Soğuk soğuk öpecektim bak kızı, o boynumdan sarıldı.

Sınava girip çıktım işte Nesibe Aydın'dan mesaj gelmesini bekliyorum artık. Hangi sınıfta olacağıma dair bir mesaj. Ah şubemi merak etmiyorum ki ben sevgili Nesibe Aydın, şubemi merak etmiyorum ki. Keşke sınıf listelerini mesaj atsan da bakalım kimler var diye baksak:D Hazer'le aynı sınıfta olmak istiyorum. Mithat da iyi olurdu aslında, Nil de fena olmaz. Eöö pekala sustum artık:)

İşte ben böyle bir hal içindeyim sevgili okurlarım. Pek bir değişiklik yok aslında ruh halimde. Sadece biraz daha "sorumlu" hissediyorum. Bu yüzden gidişim beni üzmüyor, ki istesem gitmemek gibi bir şansım bile var. Ama istemiyorum, dedim ya daha sorumlu hissediyorum. Ayrıca üniversite falan ile ilgili daha güzel planlarım var, riske atamam:D Dediğim gibi kimseye veda etmiyorum, çünkü benim olan bana kalacak. Ben olsam da olmasam da. Beni online gördüğü için seven hiç kimseye ihtiyacım yok zaten. Aslında onlara veda edebilirim, çünkü bu elveda olur cidden:D

Her neyse, uzattıkça uzattım biliyorum. Gidiyorum ben. Seviyorum sizi. Canımsınız.
Hoşçakalın ve balıklar için teşekkürler:)

Look at the stars, look how they shine for you.. =)

Vee perde!

Çocukluk Arkadaşları


Bugün annemin çocukluk arkadaşlarıyla tanıştım. Çok garip bir olay insanın annesini çocuk olmuş olması. Hem de yaramaz bir çocuk olduğunu düşünmek daha da garip. Annem, babam falan sanki çocuk olmamışlar da direk 20li yaşlarda doğmuşlar gibi geliyor bana, sanırım herkese de böyle geliyordur annesi babası.

Biz kapının önünde otururken sarışın mavi gözlü hoş bir bayan ve annem birbirlerine sarıldılar. Annem "Sibel" dedi. Sonra da benim için "Kızım" dedi. Selamlaştık. "İçeri girip geliyorum" dedi Sibel abla. Annem "Çocukluk arkadaşım" dedi. Tahmin etmiştim bunu. Onu bazı hikayelerden hatırlıyordum. "Sizin Uzay Yolu ekibinden değil mi o?" "Hah evet o işte!" Sibel abla yeniden yanımıza döndüğünde hayatından bahsetti. Boşanmak üzereydi, öğretmendi falan. Bu insanın bir zamanlar annemle Uzay Yolu'nu oyunlaştırıp oynadığını düşünmek çok garip bir duyguydu. Sonra annem ona birşey hatırlattı "Hatırladın mı Suat'ı dövmüştük biz? Mr Spock'tı o, Kaptan Kirk bendim. Sürekli Kaptan Kirk gemiye yabancı bir cisim yaklaşıyor diye oyunu bölüyordu. Biz de dövmüştük" Güldük hepimiz bu anıya. Suat abi de kocamandı şimdi. Karısı, küçük bir kızı vardı. Vay be ne garip şeydi zaman... :)

Sibel abla biraz sonra aşağı indi ve yanında uzun boylu biriyle döndü. "Bu kim hatırladın mı?" "Eşin falan?" "Hayır." "BAHADIR ABİ!" Annemle Bahadır abi birbirlerine sarılırken ben hâlâ yılların geçiş hızını anlayamıyordum. Bahadır abi de alışık olduğum üzere beni aynı anneme benzetti. Annemi gören herkes anneme, babamı gören herkes babama benzetiyor beni. Evet ikisine de benziyorum, çünkü birbirlerine benziyorlar biraz:)

Bahadır abi de boşanmıştı, 5 kere nişan atmıştı ve son karısı da ölmüştü. Ne hareketli yaşamdı o öyle:) Bu sırada Murat abi diye biriyle tanıştım. Yıllarca annemin platoniğiymiş, babamla evlenince hastahanelik olmuş falan. Of bunların hepsi çok garip. Annem babam evli doğmadı mı benim ya?:) Bahadır abi çok patavatsız biri, çılgınca biraz. Ama muhabbeti iyi ve sevimli biri. Ayrıca bana "Aynı annenin gençliğisin, biraz daha güzeli. Onun boynunda beni yoktu ve boynu biraz daha kalındı. Seninki biraz daha uzun" diyerek kalbimi kazandı ve en favori insanlarımdan oldu:D Sonra "Dikkat et kendine, evlensen kalça bu kadar olur senin, aman diyim kilo alma" falan diyerek son noktayı koydu:D Bir kaç hafta önce bana en dar gelen ve şu anda bol gelen buz mavisi kotumu gururla süzdüm:D "Peki" dedim.

Hepsinin başka başka hayatları vardı şimdi. Acaba ben de yıllar sonra çocukluk arkadaşlarımla karşılaşıp böyle konuşacak mıyım diye düşünüyorum. Çevremdeki kimseyi evlenmiş çoluk çocuğa karışmış şekilde hayal edemiyorum. Onlar zamanında hayal edebiliyorlar mıydı bu günleri, sanmıyorum.

En son bir ara yeniden buluşmaya karar verdiler. Güzel bir şey bu. Hayat çok değiştiriyor evet ama, değişemeyen bazı şeyler de oluyor tabi. Onlar hâlâ iyi arkadaşlar, yıllardır görüşmemiş olsalar da, artık Uzay Yolu oynamasalar da, hayatları değişmiş olsa da..

Özlenene..


Gizleyecek değilim ya, seni seviyorum ben. "Şimdi olsaydı iyi olurdu" diyorum. Bazen sokakta kokunu duyuyorum sanki. Seni özlüyorum. Uzun zamandır aramız açıktı. Seni eskisi kadar sevmiyordum galiba. Aramıyordum eskisi kadar. "Olsa da olur, olmasa da" diyordum. Yalan mı söylüyordum kendime bilmiyorum. Belki de şimdi ulaşılmaz olduğun için böyle özledim seni. Ama duygularımın beni yönetmesine izin verecek bir kız değilim ben. Diyette olduğum sürece seni yemeyeceğim çikolata.. :D

Hani dalar gidersin ya gruba..



California Dreaming'i seviyorum. Gerçekten hoş bir şarkı. Ah bir de "If I didn't tell her, I could leave today" bölümüne anlam verebilsem.. Ne demek istediniz hacı, ne olur biri bana söylesin yahu?! Bunları düşünerek kendimi yorarken hemen önümde duran boş su şişesine dakikalardır boş boş baktığımı farkettim. Şişede hayatın manasını ya da en azından bu sözün manasını arıyordum sanki. Boş su şişesinin bana cevap vermediğini görünce şişenin tamamının boş olduğuna karar verip karamsarlığa düştüm =P

Ay tanrım iyice kontrolden çıkıyor yazdıklarım. Bu sayfayı hep ciddi birşey yazmak ümidiyle açıp geyik yapmak beni düşünmeye sevk ediyor. İflah olmaz bir geyik olduğum gerçeği, yazmayı sevdiğim gerçeğini değiştiremediğinden yazmaya devam ediyorum. Evet özet budur.


Bugün çocukluğumun güzide şarkılarından "Denizleri Aş da Gel"i söylerken aklıma Berkay geldi. "Hani dalar gidersin ya gruba, bana da öyle bak" sözünü 17 yaşına kadar müzik grubuna tekme tokat dalmak olarak algılayan arkadaşıma sevgiler kucak dolusu..:D Seviyorum seni:)

Amelie'nin güzel soundtracklerini dinlerken bu kadar meşhur olmuş bilmem ne falan bir filme şans verip izlemeli miyim diye düşündüm. Of Fransız sineması denilince korkuyorum bir. Süper sıkıcı yapımlar falan. Bir de ne sevimsiz posterdir o öyle. Kötü kötü bakıyor valla o kız. Söyleyeyim ben size. Demedi demeyin. Sıkıldım ben evet, ondan yazdım bu yazıyı da.

Sevdiğim Sözler


Benim bir defterim vardı eskiden. Güzel de birşeydi. Yıllarca birşeyler yazmaya kıyamadım buna. Sonra bir fikir geldi aklıma. Hayatıma yön veren sevdiğim sözleri yazacaktım sevdiğim herkes için. İlk sayfasında şöyle yazıyor bu defterin: "Sevdiğim Sözler - Sevdiğim Herkes İçin. 25 Haziran'05"

Bakıyorum da baya olmuş yahu. İçindeki sözleri okuyunca eski günlere döndüm. Güzel günler, kötü günler. Bazen ikisi aynı günde. Bu satırları yazarken aklımın ucundan geçmezdi 2009 yılında bunları bu şekilde okuyabileceğim. İşte insan yarını bilemiyor ki. Okudukça farkettim ki sevdiğim sözleri hâlâ çok seviyorum. Sevdiğim insanlar bu denli değişirken sevdiğim sözlerin değişmemesi ayrı güzellik:)

Sevmek de garip bir kavram aslında. Sevdiğim insanlar sürekli değişiyor tabi. Bu durumu benim için defterim açıklıyor: "Birini sevmemize yol açan ilk şey, o kişinin yanındaki kendi varlığımızı sevmemizdir çoğu zaman"

Hemen her yazımda belirtiyorum ama el öpmekle ağız aşınmaz. Ben "Seni seviyorum"ları çok kullanmanın sözü boşaltacağına inanmayanlardanım. Eğer bu kadar basitse bu sözün anlamı zaten kullanmaya değmez ki. Söyledin diye tükenecek sevgi, gerçekten sevgi midir? Başkasını bilemem. Benim sevgim söyleyerek tükenmez. Hayatımı güzel yapan herkes, sizi çok ama çok seviyorum. Sevdiğim bütün sözler, sizin için :)

Forsaken


“Seni bir yerde görmüş olabilir miyim?” dediğimde bana aşağılar gibi baktı. Gözlerinde bir an için bir ışık geçtiğini gördüm. Evet onu tanıyordum. O da beni. “Hiç sanmıyorum” dedi. Küstah kızları sevmezdim ama takıntılı biriydim ve onu nereden tanıdığımı bulana karda düşünecektim. “Başka sorun yoksa gitmek istiyorum artık?” Gözlerini yakalamaya çalıştım. Rahatsız edici biçimde bakışlarını kaçırdı. Mecburen başımla onayladım “Tabi, tabi gidebilirsiniz” Arkasını dönüp giderken kafamda hala ona dair sorular vardı. Neden her gün aynı saatlerde aynı yerde görüyordum onu? Neden bu kadar tanıdık geliyordu? Neden bana böyle kötü davranıyordu ve neden ben bundan hiç rahatsız olmuyordum? Eve yürürken hala bunları düşünmekteydim. Az kalsın yaşlı bir adama çarpıyordum. Son anda adamla çarpışmaktan kurtuldum fakat yaşlı adam arkamdan epey söylendi. “Galiba buna nasıl yürüyeceğini de öğretmemişler?!” Bu lafı duyunca yüzüme ister istemez bir gülümseme yerleşti. Tabi ki yürümeyi biliyordum. Bana tabi ki öğretmişlerdi. Bu zamanlara dair çocukluk anılarım biraz zayıftı. Ama annemin pembe kareli bir elbisesi olduğunu hatırlıyordum. Beni çağırıyordu. Ona gitmemi istiyordu. Sonra her şey bulanıklaşıyordu. Son zamanlarda bir çok şeyi hatırlamakta güçlük çekiyordum. Hafıza boşlukları yaşamaya başlamıştım. Bazen nasıl gittiğimi hatırlamadığım yerlerde buluyordum kendimi. Konuşulanları hatırlamıyordum ama bazı detaylar aklımda kalıyordu tüm canlılığıyla. Annemin kareli elbisesi, karımın saçındaki kedi şeklinde yeşil toka, yemeğin tuzlu olduğu, oğlumun söylediği anlamsız şarkı.. Son zamanlarda popüler olan bir şarkı olsa gerekti. Her yerde onu duyuyordum. Gerçekten anlamsız bir şarkıydı. Sözleri bile yoktu doğru düzgün. Hiçbir anlamı olmayan harfler topluluğundan ibaretti. Ama her nasılsa şarkı çok sevilmişti. Ülkenin her yerinde bu şarkıyı duymak mümkündü. Hatta zaman zaman karımın bile yemek yaparken bu şarkıyı mırıldandığını duyuyordum. Saçında kedi biçimli yeşil tokasıyla yemek yaparken… Yemek tuzlu olmuştu hatta. Bunları hatırlıyordum. Ama mesela o akşam sofraya oturduğumuzu hatırlamıyordum. Bazı sabahlar uyandığımda rüyada mı, gerçekte mi olduğunu ayırt edemiyordum. Her şey fazla gerçek ya da her şey fazla yapay geliyordu. Bunları düşünürken evimin önüne geldiğimi fark etmemiştim bile. Oğlum yüksek sesle “Baba! Nereye?” demese daha da yürürdüm. Kafamı kaldırıp oğluma selam verdim. Birlikte eve çıkarken heyecanlı heyecanlı bugün okulda ne olup bittiğini anlatıyordu. Dikkatimi ona veremiyordum. Ama üzülmesini istemezdim. Bu yüzden ara sıra nazikçe onaylayıp şaşırmış gibi davranmaya çalışıyordum. Aklımı meşgul eden şey birkaç gündür değişmemişti. Bizim evin katına çıktığımızda oğlum sabırsızca kapıyı çaldı. Kapı açıldığında karımın yorgun gözleri aydınlandı. Bizi içeri buyur ederken bana dönüp “Seni bu saatte beklemiyordum?” dedi. “İşler çabuk bitti” diye bir yalan attım. Açıklama yapacak havamda değildim. Ayrıca Meral son günlerde bütün hareketlerimi yaşlılığa bağlar olmuştu. Sürekli yaşlandığımı duymak istemiyordum. Bazı şeyleri kendim anlayabilirdim. Bu, hasta birine sürekli “Sen öleceksin” demeye benziyordu. Meral bazı konularda gerçekten anlayışsız olabiliyordu. Aslında gerçekten iyi niyetli biriydi ama boş boğazlığı da pek çoktu. Komşu kadınlarla iyi geçinmez, arkadaş toplantılarına pek çağırılmazdı. Fazla konuşur, patavatsızlık yapardı. Ben onun iyi kalbini görebiliyordum. Güzel bir kadın, tatlı bir eş, iyi bir anneydi. Yıllarla birlikte birbirimizi iyice anlamıştık. O benim takıntılarımın üzerine gitmiyor, yazdıklarımı ellemiyordu ben de onunla tartışmıyordum. Yazarlık çok kazandıran bir iş değildi ama mutlu olduğum meslek buydu. Bu sıralar ise bir şey yazamaz olmuştum. Yazdıklarımı beğenmiyor, yeni bir şey üretemiyordum. Karım bu konularda bana baskı yapmazdı ama için için ne zaman yeniden yazmaya başlayacağımı merak ettiğini hissediyordum. Meral ben bunları düşünürken bir iki soru sormuştu ama hiçbirini algılamamıştım. Eliyle kolumdan tuttu. Eli çok sıcaktı. Tanıdık parfümü burnuma doluyordu. Sandal ağacı kokusu.. “İyi misin? Daldın gittin?” “Şey pardon iyiyim. Biraz yorgunum sanırım.” Yeni bir yalan daha. Yorgun değildim. “Ne düşünüyorsun böyle derin derin?” Bir an için Meral’e kızdan bahsetmeyi düşündüm. Sonra bu fikrimden vazgeçtim. Karıma genç kızlardan bahsetmek iyi bir fikir değildi. Meral saatlerce bu konu hakkında konuşabilecek, kendi kendine 100 senaryo yazabilip bunlara üzülebilecek türde bir kadındı. Konuyu değiştirmek istedim. Oğluma döndüm. Oğlum kendi kendine o aptal şarkıyı mırıldanıyordu. Bir yandan da parmaklarıyla ritm tutuyordu. Ritm tutan parmaklarına baktım. Benim ellerime ne kadar da çok benziyorlardı. Görkem’in çocukluğu.. Nasıl da büyümüştü.. Aslında Görkem’in çocukluğunu pek de hatırlamıyordum. Bu sanırım o zamanlar genç ve ilgisiz bir baba olmamdan kaynaklanıyordu. Meral kendinden gerçekten fedakarlık etmişti. Ben o zamanlar kötü bir babaydım, bunu reddedecek değildim. Daha sonra ne olmuşsa olmuştu. Evime çok bağlı bir hale gelmiştim. Artık yaptığım her iyi şey karım ve oğlum içindi. Ellerimi yıkayıp masaya otururken aklımda çıkarmayı düşündüğüm kitabın projesi vardı. Mutfağa geçtiğimde oğlum bana merdivenlerde anlattığı şeyleri şimdi de annesine anlatmaktaydı. Meral’in ise anlatılanları benden daha fazla ilgiyle dinlediği belliydi. Mutfağa geldiğimi görünce “Aa geldin mi? Otur da yemeğin soğumasın” dedi. Ve sonra yemekteki domatesleri naısl seçtiğini uzun uzun anlattı. Dünyada en çok ilgilendiğim konuymuş gibi bakarak bu konuyu dinledim. Yemeğe başladığımda yemeğin tuzlu olduğu fark ettim. “Tuzlu mu olmuş?” “Evet biraz..” “Hay Allah” Meral sofraya oturmadan önce kalkıp ocağı kapatırken yeşil kedili tokayı taktığını fark ettim. Galiba dejavu yaşıyordum. Karım yine aynı tokayı takmıştı, yemek tuzluydu. Oğluma bir soru sormam gerekiyordu. Eğer aynı cevabı alırsam dejavu yaşadığımı anlayacaktım. Eğer aynı cevabı vermezse delirdiğimi. “Görkem baksana. Sizin okulda bizim bir arkadaşın oğlu varmış. Şöyle şişmanca kısa boylu bir çocuk tanıyor musun acaba?” Görkem düşündü. Lütfen tanıma, lütfen diyordum içimden. Çenesini kaşıdı. “Adı Mehmet değilse tanımıyorum” “Değil.” Oh.. Tamam pekala sadece bir dejavuydu. Rahatlamıştım. Yemek boyunca fazla konuşmadım. Aklımda anılarım vardı. Hiçbirini hatırlamıyordum. Bu durum beni rahatsız ediyordu. Sonra kendimce bir çözüm buldum. Anılarımı hatırladıkça yazacaktım. Zaten işim yazmaktı. Hatta yeterince güzel bir şeyler çıkarsa kitap bile yapabilirdim. Bu sıra böyle şeyler çok popülerdi. Ertesi sabahtan tezi yok başlayacaktım. Yemeğim bittikten sonra biraz televizyon izledim ve uyudum. Huzur içinde bir uykuydu, aylar sonra. Sabah kalktığımda Görkem okula gitmişti. Meral ise uyuyordu. Çalışma odama gittim ve kalemimi elime aldım. Düşünmeye başladım. Öncelikle çocukluk anılarım.. Annem.. Kızıl saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli bir elbise. Beni çağırıyor. Bunları daha sonra hatırlamak için maddeler halinde yazdım. Karımla nasıl evlenmiştik? Ne karda çıkmıştık? Bilmiyordum.. Bunları hatırlayamazken o kızı nereden hatırlıyordum? Saate baktım, bunları düşünürken saat 10 olmuştu. Hemen masamdan kalkıp giyinmeye başladım. Kız her sabah saat 11de deniz fenerinin orada oluyordu. Yeterince hızlı gidersem ona yetişebilirdim. Evden apar topar çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Felaket ıslanmıştım ama umursamıyordum. Sadece koşuyordum. Sokaklar bomboştu. Kimse bu yağmurda çıkacak kadar aptal değildi. Birden aklıma kara bir fikir geldi. Ya kız orada yoksa? Belki yağmurda ıslanmak istememişti. Bir an durdum. Durunca yorulduğumu fark ettim. Bayadır koşuyor olmalıydım. Dizlerim ağrımaya başlamıştı. Denemeye değerdi. Artık koşamıyordum ama hızlı adımlarla deniz fenerine doğru ilerlemeyi sürdürdüm. Uzaktan görünen kırmızı bir pardesü sanki bana güç verdi. Kız oradaydı. Kızı görmek istemiştim ama aslında ne yapacağımı bilemiyordum. Böyle bakınca sıradan birine benziyordu ama onda bir şeyler vardı, biliyordum. Yanıtları vardı. E benim de sorularım vardı. Kızla konuşmayı deneyecektim. Muhtemelen beni tersleyecekti ama yine deneyecektim. Yanına gittiğimde mutlu görünüyordu. Denize bakıp oğlumun söylediği anlamsız şarkıyı mırıldanıyordu. “Pardon?” “Bana döndüğünde yüzündeki tebessüm hafifçe silinir gibi oldu. Gözlerini devirdi. “Ah yine mi siz?” Gülümsemeye çalıştım. “Şey evet yine ben.” Tekrar denize döndü. Deniz yağmurla birlikte adeta çıldırmıştı. Denize bakmayı sürdürüyordu. Sağ eliyle saçlarıyla oynuyordu. İşte tam o zaman fark ettim ki saçları kuruydu. Deli gibi yapmur yapıyordu evet ve kızın saçları kuruydu! Mantosu da öyle. İstemsiz olarak elim saçlarıma gitti. Islaktılar. Tam olması gerektiği gibi. “Islanmamışsınız” sesimin garip çıktığını fark ettim. Dalgın dalgın elini saçlarından çekti. “Şey evet, saçlarım kabarıyor.” Sanki saçlarının kabarması yağmurun umurundaymış gibi. Neler saçmalıyordu bu kız?! Artık dayanamayacak gibiydim. Kızın kolunu tuttum. Kolundaki elime bir göz attıktan sonra yeniden denize döndü. “Bence kolumu bıraksanız iyi edersiniz” Kolunu bıraktım. “Nasıl ıslanmadın sen?” Artık sizi bizi geçmiştim. Yanıtlarımı hemen almalıydım. Bana bakıp gülümsedi. “Dedim ya saçlarım..” “Bu hayatımda duyduğum en saçma bahane. Yağmur saçları umursamaz” “Umursamaz elbette ama gerçek yağmurlar umursamaz.” “nasıl yani?” “Siz ıslanıyor musunuz?” “Kahretsin tabi ki ıslanıyorum!” “Hani?” Ceketimin ıslak kolunu ona gösterecektim ki dehşet verici bir şey fark ettim, kolum kuruydu. Elim saçlarıma gitti. Kız bekleyen gözlerle baktıktan sonra gülümsedi ve yeniden denize döndü. “Siz de ıslanmıyorsunuz” Kız bunları söyledikten sonra kolumun ıslak olduğunu tekrar hissettim tam kıza gösterecektim kuru olduğunu gördüm. Artık delirmek üzereydim. “Yeter artık! Sen kimsin? Ne yapmaya çalışıyorsun? Amacın beni delirtmek mi küçük hanım? Galiba başarıyorsun!” Bana döndü. “Bence bağırmaya gerek yok.” Kız fazla oluyordu artık. Nasıl bağırmaya gerek yoktu. Söz konusu olan tüm akıl sağlığımdı. Sesimin daha sakin çıkmasına özen göstererek sordum “Pekala sen kimsin?” “Bence asıl soru senin kim olduğun” “Kim olduğumu biliyorum hanımefendi. Asıl sorun sizin kim olduğunuzu bilmemem!” Artık sesim titriyordu. “Kim olduğunu bildiğine emin misin? Annem kimdi mesela? Ondan bahsetsene biraz?” “Kızıl..” “Saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli elbisesi vardı.” Tanrım.. Donup kalmıştım. “Ya karın? Tuzlu yemekler yapar, aslında özünde iyi bir kadın, biraz konuşkan. Şey galiba bir de yeşil tokası var. Ne vardı üstünde? Kedi mi? Ah aslında köpekleri daha çok severim.” “Bunları nereden biliyorsun?” “Yapma lütfen. Bu karda da salak olamazsın?” Sol avucunu havaya kaldırdı. Eline birkaç damla yağmur düştü. Eline baktı. “Sıkıcı oldular değil mi?” “Bakın benim sormak iste..” Yağmur durdu. Birden. Hiç yavaşlamamıştı. Bıçak gibi kesilmişti. Şimdi denizin üstünde göz kamaştıran bir güneş parlıyordu. Ama hava sıcak değildi. “Yağmuru severim, bazen.” “Beni dinle” Yüzünde alınmış gibi bir ifade belirdi. Aslında onu üzdüğüm için üzüldüm ama bilmeliydim. “Seni yazmamalıydım” “Ne?” “sen artık iyice kontrolden çıktın. Seni hiç yazmamalıydım. Ah ama hata bende..” “Nasıl? Nasıl yazmamalıydın?” “Bak dinle canım. Hepsini bir kerede anlatacağım. Ah hep bunu demek istemişimdir. Şimdi iyi dinle. Sen aslında yoksun. Yani aslında karın da yok. Oğlun da yok. Anılarını hatırlamıyorsun ya işte bu yüzden.” “Çok film izledin galiba!” “Evet aslında izledim. Ama ne kadar sorusuna cevabım tam tamına senin izlediğin kadar olurdu. İzlediğin bütün filmleri ben izlediğim için izledin.” “Yapma lütfen..” Kafasını salladı. Dalgın görünüyordu. Ayağını yere sürtüyordu. “Ara sıra bir şeyler yazarım. Bilirsin sen de yazarsın. Şey aslında yazar değilsin. Biraz karışık bir durum bu. Her neyse arada bir şeyler yazarım. Sen de yazdığım şeylerden biriydin. Aslında böyle şeyler pek olmaz ama beni fark ettin. Eh artık kaçacak değilim. Nasıl yaptın bilmiyorum. Üçüncü kişili hikayeleri severim. Biliyorsun böyle şeyler dışarıdan gözlem gerektiriyor. Ben bir bakıma sadece gözlemciydim. Nasıl fark ettin hala bilmiyorum.” “Peki ya anılarım?” “Onları ben yazdım. Örnek mi istiyorsun? Pembe kareli elbiseler bana hep anaç gelmiştir. Yeşil kedili tokaysa tamamen çocukça bir şey ama..” “Şarkı?” Kız güldü. “Anlamsız bir şey değil mi? Açıkcası ben de hiç anlamıyorum onu. Ama hoş bir şey. Galiba İskandinav dillerinden birinde yazılmış. Büyük ihtimalle saçma sapan bir şey ama hoşuma gidiyor.” “Usulca şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Ya şimdi ne olacak?” “Bunu söylemek zor aslında. Bir sürü film izledik ya birlikte. Onlardan bir alıntı yapabilir miyim?” Başımı salladım. Artık iyice tepkisizleşmiştim. “Artık fazla şey biliyorsun” Gözlerim büyüdü. Bu manyak beni öldürecekti! Kaçmam lazımdı. Gitmem, uzaklaşmam.. Aklımdan geçenleri okumuştu. Aslında daha doğrusu aklımdan geçenleri o yazmıştı! “Bence kaçma. İşe yaramaz” “Benim öldüğümü anlamayacaklar mı sanıyorsun? Meral var, Görkem var..” Gülümsedi. “Aslında anlamayacaklar tatlım. Meral dul bir kadın olacak, Görkem ise babasını hiç tanımamış bir çocuk. Bence böyle de bir hikaye pekala yazılabilir. Birkaç silgi darbesi atmak çok da zor bir şey değil?” “Haklısın galiba” Kafasını salladı. Evet.. Hadi denize gir istersen..” Başımı salladım. Doğup büyüdüğümü sandığım aslında hiç yaşamadığım kasabama son kez baktım. Sonra denize doğru bir adım attım. Artık denizdeydim. Deniz beni içine çekerken kırmızı pardesünün kolunun bana el salladığını gördüm.

Seçimler


Geç yatmama rağmen annemin saati ve benim saatim koro halinde saat 9da çalmaya başladılar. İki seçeneğim vardı, kalkıp onlar kapatabilir ve uyumaya devam edebilirdim. Bir diğeri ise kalkıp onları kapatabilir ve güne erken başlamanın enerjik havasıyla kahvaltımı daha mutlu yiyebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kahvaltıya gittiğimde annemciğim herşeyi hazırlamıştı bile. Kepek ekmeği ve yağsız beyaz peynirden gerçekten nefret ediyordum. İki seçeneğim vardı, bunlardan ne kadar nefret ettiğimi düşünerek kendime acıyabilir ya da onları yemem gerektiğini bildiğim için onları sevmeye çalışabilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kepek ekmeğimi bölüp bir parça yağsız peynirle birlikte ağzıma atıp onu çiğnerken tadının o kadar da kötü olmadığını farkettim. Kahvaltım bittiğinde kendimi ödüllendirip yaseminli yeşil çayımı içerken daha da mutlu hissettim. Uykum henüz açılmış değildi ama egzersiz yapmam lazımdı. İki seçeneğim vardı, koltuğa yayılıp uzun süre kalkmayabilir ya da Sponge Bob izlerken bisiklete binebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Sponge Bob biterken ben de bir saat bisiklet çevirmiş bulunuyordum ve hiç de yorgun hissetmiyordum. Bu beni daha mutlu yaptı. Öğlen yemem gereken yoğurda bakarken iki seçeneğim vardı, ondan nefret ettiğimi düşünüp kaşığımla saatlerce onunla oynayabilir ya da onu bir an önce yiyip bitirebilirdim. Ben ikincisi seçtim ve sanırım artık yoğurdu seviyorum:) Seçeneğim olsaydı yoğurt yemeyi seçmezdim elbette ama zorundayken zevk almaya bakmak gerekiyor sanırım:)

Hayatım iyi gidiyor şu an, aman dilimi ısırayım. Ve ben mutluyum. Sanırım doğru seçimler yapıyorum bu ara. Eh çok sık olmamakla beraber iyi bir durum bu:) Ve gerçekten seviyorum hayatımı, hayat yaptığımız seçimler bütünü değil mi zaten? :)

İğnelenmek


Bugün doktora gittik annemle akupunktur için. Tartıldım önce. Doktorun tartısı evden az gösteriyor. 55.3 çıktım. "Ne kadar kilo vermek istiyorsunuz?" dedi. "Dört, beş" falan gibi sayıları ağzımın içinde geveledim. "Evet, 50 kilo ideal senin için" dedi. O kadar salaklaşmıştım ki bir an 50 kilo olmak yerine 50 kilo vermenin ideal olduğunu düşündüm. Sonradan idrak ettim "Ah evet mesela" dedim. "Senin de çok küpen var mı?" Annemin küpelerine kızmış olmalıydı. Sırıtarak "Eh evet var benim de baya" dedim. Sol kulağımı açan doktor dehşete kapıldı. "Bir bayan asla gümüş takmamalı. Çıkarırsın bunları. Bütün sistemleri yavaşlatır gümüş." Küpelerimi çıkartmak mı? Küpelerimi çıkartınca çıplak kalmış gibi hissediyorum. Ellerim kulaklarıma gidiyor, garip bir his. "Beyaz altın.. Beyaz altın taksam?" "Altın olur." dedi. Rahatlamıştım. Tabi küpelerin 125 kağıt tutacağından henüz haberim yoktu. Sonra bana Osmanlı haremlerine dair bir hikaye anlattı. "Erkeklerin tümü gümüş takıyormuş haremdeki. Kadınların tümü altın. Ve padişah tabi, altın takıyormuş. Erkekler yavaşlasın, kadınlar hızlansın" Gülümsedim, pekala doktor bey, gümüşlerimden kurtulacağım. Bu sırada bazı ölçümler yapıyordu doktor. "Çok mu çikolata tüketiyorsun sen?" Aslında çikolata sevmiyorum direk, tatlı seviyorum. Ama çikolatadan kastının bütün tatlılar olduğuna kanaat getirdim. "Şey evet, tatlı seviyorum ben yani." Gülümsedi. Bundan sonra canım istemez diye umuyorum o gülümseyişten sonra. Bir iki farklı konuda konuştuk. Bu sırada iğneleri kulağıma takmıştı. İğneler birşey hissettirmiyorlar, korkulacak bir taraf yoktu yani:) Çıkarken diyetimi verdi elime. "Meyveleri mutlaka yemelisin." Kafamı salladım sonra hangi meyveler dedim. Önemi yokmuş. Peki deyip çıktığımda diyeti inceledim. Yoğurt? Annemin diyetinde yoktu! Belki de doktor gözlerimden yoğurttan "gerçekten hiç hoşlanmadığımı" anlamıştı. Bu ne sadistlikti böyle, niye domates yiyemiyordum ben? Adalet miydi bütün bunlar?:) Neyse diyetimin süperliğine rağmen enerjik hissediyorum:) Herşey güzel olacak. Herşey ve her türlü şey de.. :)

Bu aralar..


Mutluyum ben. Çok mutluyum. Hayat bazen öyle iğrenç görünüyor ki gözüme kelimeler kifayetsiz kalıyor. Sanki güneş hiç açmayacak gibi. Sanki biri kabuk bağlayan bütün yaraları deşiyor gibi. Ama hep inanıyorum ve kendime güç verebiliyorum artık. "Bu bir süreç, hepsi bitecek" diyebiliyorum. Hayatımdaki herşey ufak ufak düzene oturuyor. Bütün olumsuzluklar gidiyor sanki yavaş yavaş. Belki de hayat o kadar adaletsiz değildir? Adaletli ya da değil, mutluyum ben, çok mutluyum:)

Tatilden döndüm döneli yaz bitmiş, son bahar gelmiş gibi geliyor bana. Okula son kez dönüyorum ha? Vay be. O kadar garip geliyor ki. İlkokulun ilk günleri bile aklımda pırıl pırıl duruyorken hem de:) Çağrıbey'deki ilk günümü hatırlıyorum. Dört yıl bir asır sürecek gibi gelmişti bana. Ve şimdi bitiyor öyle mi? Garip birşey şu zaman dedikleri şey yahu, sevdiğin herşey bitiyor falan. Yerdeniz de bitti bak. Ged'in ellerinin ellerimden kayıp gittiğini hissettim desem manyak olduğumu düşünür müsünüz acaba? Prison Break de bitti mesela. Bir boşlukta hissettim kendimi aslında. Harry'nin de son filmi çekildikten sonra sanki tamamen beni bırakmış gibi olacak şeklinde salak bir hissim var mesela bir de benim. Ama hâlâ inancım var benim. Okumadığım bir sürü güzel kitap, izlemediğim bir sürü güzel film ve dizi var. Onlar da bitecek ve yenileri olacak. Her zaman iyiler vardır. Belki o ara tanışmamışsın, tanışıyorsun ve seviyorsun falan. Her zaman iyiler vardır, ve hep olacak:)

Dün Lunaparkta saçma sapan şeylere bindim ayrıca. Yükseklik korkusu bile beni durduramıyorsa artık, dünyada korkacağım çok az şey kalmış demektir. (Bakınız: Büyük konuşmaktan çekinerek, yuvarlak ifadeler kullanmak) Neyse işte bu yaptığım insanlık için küçük ama benim için büyük bir adımdı. Ayrıca hayatımı güzel yapan herkes, tapıyorum be size, insan bu kadar mı sever yahu:)

O değil de hayat o kadar da adaletsiz değil, cidden bak:)